|

Bir geçiş riti olarak ilk okumalar üzerine

04:00 - 15/05/2024 Çarşamba
Güncelleme: 00:15 - 15/05/2024 Çarşamba
Yeni Şafak
Arşiv.
Arşiv.
Can Acer

Takiyettin Mengüşoğlu Heidegger’i ziyaret ettiğinde odasında sadece Hegel ve Hegel’e kadar olan filozofların kitaplarının bulunduğundan bahsediyor. Bunun sebebini, pek de mütevazi diyemeyeceğimiz bir şekilde Heidegger’in kendisini ziyaretçilerine sunuş biçiminde, Hegel’den kendisine doğru dolaysız bir çizgi çekmek istemesinde arayabiliriz. Bu durumun filozofun o sırada yaptığı çalışmalarla ilgili tesadüfi bir sonuç olabileceğini düşünebileceğimiz gibi bilinçli bir tercih olduğunu da varsayabiliriz. Heidegger çağının söylem kalabalığından kaçmayı, son yüzyılın yayın dünyasındaki tansiyondan uzaklaşmayı bir yerden sonra kendi inşa sürecinde daha sağlıklı bir tavır olarak görmüş olabilir. Filozof, zamanı yavaşlatmaktadır.

Günümüzde okuyucunun önündeki en esaslı problemlerden biri budur. Masamızın üzeri hiçbir zaman olmadığı kadar kalabalık ve dağınık. Nitelikli metini fark etme konusunda bir şaşkınlık yaşıyoruz. Uzun yıllardır çıkan edebiyat dergilerini, periyodik yayınları artık sanatın referansı olarak kabul edemiyoruz. O mecralar bir okuma istikameti sunmuyor. Bu mecralara gönül indirmeyip bakışımızı başka yöne çevirdiğimizdeyse tam bir karmaşa ile karşılaşıyoruz: sayısını takip edemediğimiz dergiler, fanzinler, yayınevleri, bireysel girişimler… Bunun yanında kişinin felsefe, tarih, sosyoloji gibi alanlarda kendini geliştirme ödevini düşündükçe ve aynı yayın enflasyonunun bu alanlarda da olduğunu gördükçe şaşkınlığımız artıyor. Heidegger gibi zamanı yavaşlatmak arzusu duyuyoruz.

Bu bilinçli tercihi, seçiciliği bugün yapabiliyoruz. Fakat okumaya adım attığımız uzak geçmişte rastgeleliğin rüzgârı bizi nereye sürüklerse oraya gidiyordu okuma serüvenimiz. Başlangıç noktası da aynı tesadüfiliği taşıyordu. Pedagojik olarak kişisel gelişimimizi de oldukça güçlü etkileyen bir süreçten bahsediyorum.

Bu süreç çoğumuz için lise yıllarında hız kazanır. Ben de asıl ve ciddi okuma hevesimi lise yıllarımda kazandım. Şiir üzerinden değil daha çok romanlar üzerinden. Kimsenin tavsiyesi olmadan, kitap aldığım kitapçının seçiciliği sayesinde sarsıcı kitaplar okudum. Bir Tereddüdün Romanı, Bulantı, Dar Kapı, Beyaz Geceler. Pedagojik bir intihar yani. Birkaç yıl önce Hakan Arslanbenzer’in başlattığı, kitlelerin gündemine de girseydi çok verimli olabileceğini düşündüğüm bir tartışma çıktı Ercan Yılmaz’ın yaptığı Roman Kahramanları Festivali üzerine. Belli yaştaki çocuklara festivalde sergilenen romanlar okutulmalı mı, okutulmamalı mı diye. Çoğu klasiğin en erken lise son sınıfta okutulması gerektiği düşüncesindeyim. Kendi hayatıma baktığımda Bulantı’dan bir sahne hatırlıyorum mesela. En çok bu eser tesir etti bana o yıllarda. Karakter güneş alan bir masada oturuyor. Güneş gören yere bir sinek konmuş. Roman kişisi yanındakinin öldürmeyin beyefendi ikazına rağmen sineğe iyilik etme kararı alıyor ve onu romandaki ifadeyle var olmaktan kurtarıyor. Şimdi baktığımda basit, ucuz bir sahne. Ama o zaman çok etkilenmiştim. Yatakhanede, etütte masama konan sinekleri öldürüp öldürmemek üzerine ciddiyetle düşünüyordum. Tabii bu düşünceler doğal bir şekilde kendimi öldürüp öldürmemem üzerine genişliyordu. Bu etkilerle roman yazmaya heves ettim, Peyami Safa’nın kelime kadrosuyla. Bir roman hacmine ulaşacak iradenin o yaşta bir çocukta olması çok mümkün olmadığından çabuk vazgeçtim. Aynı zamanlarda modern şiiri öğrenmek isteyen bir gencin karşısına çıkabilecek en sağlam kitaplardan biri geçti elime, Zühal Tekkanat’ın hazırladığı Papirüs Şiirleri Antolojisi. Okul kütüphanesinden almıştım. Herkes ordaydı. Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ahmet Oktay, İsmet Özel, Edip Cansever, Cahit Zarifoğlu. Bu isimlerden birkaçının kitaplarına ulaştım. Ve her şey değişti hayatımda. Adeta bir geçiş riti yaşadım. Ergenliğe girmek gibi, evlenmek gibi büyük bir kırılmaydı o yaşadıklarım. Hâlâ o günlerin büyük izini görüyorum kendimde.



#Aktüel
#Hayat
#Edebiyat
19 gün önce