İnsan hayatı iki evreden oluşuyormuş onu anlıyorsun: Baba olmadan önce ve baba olduktan sonrası.
“Babalar hamilelik sürecinde babalığı tam idrak edemez ta ki çocuğu kucağına alıncaya dek” derler. Siz de nasıl oldu?
Hayır, bilakis eşimin hamileliği ağır geçti. Hem bebeğimi kaybetme korkusu hem de eşime destek olma isteğim bizim aramızdaki bağı daha kucağa gelmeden oluşturdu. Üstelik eşimle aramızdaki bağı da kuvvetlendirdi bu dönem. Hiç iş yapmayan ben yemek pişirmeye, bulaşık yıkamaya başlamıştım. Evin işini üstlenmeyi baba olacağım diye kabullenmiştim bir anlamda.
“Ben” diyerek gülümsüyor ve başlıyor anlatmaya İskender Pala… Sivil halde nüfus memurunun karşısındayım. İsmi “Hilye” dedim yüzüme baktı tuhaf tuhaf. “Banu adını yazabilirim ama anlamını bilmediğim şeyi isim olarak yazamam” dedi, yazmadı ismi. Ertesi gün üniformamla karşısında idim, hiçbir şey olmamış gibi ismi sordu “Hilye” dedim ve yazdı. Açıklama yaptım: Hilye yüz ve ruh güzelliği demek. Şimdi öğrendiniz. Peki, Banu'nun ne anlama geldiğini siz bana söyleyebilir misiniz? -nüfus memuru duraksadı...
İlk çocuğumuzun kız olmasından asla keder duymadık ama erkek olmasını galiba istedim. (Alperen burada gülümsüyor). Sanırım burada biraz gelenekler devreye giriyor. “Erkek adamın erkek evladı olur” gibi zihinsel kodlarımıza işlenmiş. Ne yazıktır ki böyle bir şey var şimdi, ne kadar saçma boş bir düşünce desem de Türk aile geleneğinde erkek çocuk soyu devam ettirendir. Soyadı kanunu budur. Oysa çocuğun doğduğu yatak önemlidir, doğduğu yatak yani kadına annesine ait olan yatak.
Kendi fikridir bir şey diyemem. Soyadı aslında kadının hayatını daraltmakta. Eşim kendi soyadını kullanmak istemişti evlendiğimiz dönem. Ben de kabul etmiş, rıza göstermiştim ama o zamanlar kanunlar müsait değildi, değiştirmek zorunda kaldı. Düşünsenize, eşimin soyadı Avcı idi benim Pala. Evet, erkekte Pala soyadı hoş durabiliyor ama bir bayan için garip geliyor. Soyadı kadını köleleştirmek için yapılmıştır. İslamiyet kadını daha özgür kılıyor ama bizler Osmanlı geleneğiyle entegre edip kadınlarımızı güçsüzleştirdik. Benim Osmanlı geleneğinde karşı çıktığım konuların başında gelir bu.
Bizim zamanımızda sevdiğin insanla evlenebilmek uğruna ölünebilecek bir şeydi ama bu çağda birisi bana “Aşk evliliği yapmak istiyorum” derse ona iyi düşün derim. Bu çağda sevgi tek başına yeterli değil. Severek evlensinler bunda bir şüphe yok ama karşılıklı hayat standartlarını, hayata bakışlarını irdelesinler. Olumlu, olumsuz seçenekler masaya yatırılmalı mantık elden bırakılmamalı.
O zaman şöyle diyelim. Ben bu çağda evlenecek olsaydım (duraksıyor) yok, ben yine sevdiğim kadınla evlenirdim (gülümsüyoruz.)
Evet, tamamen sevgi üzerine kurulu evlilikleri. Baba olduğunuzu kızınızı gelin verdiğiniz gün anlıyorsunuz tam anlamıyla. Bir babanın en zor merhalelerinden birisi bu. Evinizin neşesi her şeyi olan evladınıza bir başkasıyla evlenmesi için rıza gösteriyorsunuz. Rıza göstereceğiniz insanı 40 dereden araştırmak, hatta onunla ilgili bahane bulmak istiyorsunuz.
Yine de rıza gösterirdim.
Ahlaklı mı? Kızımı seviyor mu? Sigara kullanıyor mu? Kötü alışkanlığı var mı? Arkadaşlıkları ve insani ilişkileri iyi mi? Kurmayı düşündükleri hayatları şu andaki standartlarına uygun mu? Bu soruların cevabını arıyorsun.
Hayır, benim söylediğim kültürel uyumdan bahsediyorum. Ben evlendiğimde maddi olarak hiçbir şeyim yoktu. Ama şimdi itibarım var, üç çocuğum var, asıl bunlar zenginliklerim. Baba olduğunuz zaman size para lazım olmuyor. Baba olacaksanız önce müstakbel çocuklarınıza anne olacak iffet ve insaniyet dairesinde bir eş gerekiyor.
Alperen 20 yaşındasın, önümüzdeki yıl üniversiteli olacaksın. Ne istiyorsun bölüm olarak?
Makine ve uzay mühendisliği istiyorum.
Evet. Babam birçok yönlendirmede bulundu ama dayatma yapmadı, sonuç olarak ben kendi istediğim bölümü okuyacağım. (Burada hemen İskender Pala devreye giriyor) “Bana kalsaydı edebiyatçı olmasını isterdim.”
Alperen senin edebiyatla aran nasıl? Özellikle divan edebiyatıyla
Hoşuma gidiyor ama fazla ilgimi çekmiyor. Şöyle bir divan şiiri okuyayım demem.
Hiç şüphesiz insanlar kendilerine özel hayatları yaşarlar. Sırf ben istiyorum diye kimseye dayatma yapmazken çocuklarıma asla dayatmam olamaz. Hayat öyle bir şeydir ki dünyada bir defa zamanı kullanırsınız. Aman şimdi böyle olsunda bir dahaki sefere gönlümce bir hayat sürerim deme şansınız yok. Ben çok dayatmalara uğramış bir insanım. Dayatmaların insanların hayatlarını nasıl olumsuz etkilediğini biliyorum.
Bazı konularda var. En basiti onun kullandığı kelimelerin bazılarını ben anlamıyorum, benim kelimelerimin bazılarını da o anlamıyor, buna da kuşak çatışması değil de farklılığı diyebiliriz sanırım.
Biraz düşünüyor ve mahcup bir edayla Alperen'e bakıyor: 4-5. Çocuklarımın kimliklerinin oluşmasında benden ziyade eşimin etkisi olmuştur. Ben edebiyatla, bilimle, askerlikle, geçim derdiyle falan uğraşırken eşim hem anne hem baba oldu.
Küçük kızım Dilasa üniversite birinci sınıfa başladığında şöyle demişti: “Babacığım biz seninle hiç piknik yapmadık biliyorsun değil mi?” Bu söz benim kalbime bir hançer gibi girmiştir. Bu eksikliği düşünürken diğer taraftan şu teselliyi duyuyorum. Benim üç değil 3 yüz bin çocuğum var. Yani bu ülkenin bütün çocukları benim çocuğum. Ben kitaplarımı bazen çocuklarıma ithaf ederim. Onların zamanından çalarak yazdığım için…
Valla “Kitabını bana ithaf edeceksen bütün vakitler senindir babacım” diyerek gülümsüyorlar.
O zaman farklı. Çocukken babamla bir satranç bile oynayamıyoruz diye hayıflandığım zamanları hatırlıyorum.
“21'inci saatte kavga ederiz” diyor ve gülüşüyor baba oğul, alışık değiliz ki o kadar birlikteliğe.
Merhamet. Babamın durumu maddi olarak iyi değildi ama eğitime çok önem verirdi. “Sen oku ben sırtımdaki ceketi satarım” derdi.(Gözleri doluyor ve bizi de duygulandırıyor İskender Pala.) Nitekim okudum, bırakın aileyi sülalenin tek okuyan kişisiyim.
Kesin bir ifadeyle alıyoruz cevabımızı 94,8