|

Portakal Ağacı'nın son meyvesi 'Lokma'

Henüz 23 yaşında bir üniversite öğrencisiyken Türkiye'nin ilk yemek blogunu kurarak birkaç yıl içinde 2 milyon takipçiye ulaşan Portakal Ağacı'nın annesi Hatice Özdemir Tülün, on yıllık bu keyifli süreci ve Lokma dergisinin çıkış öyküsünü bizlerle paylaştı.

Nuriye Çakmak
17:23 - 20/12/2014 Cumartesi
Güncelleme: 12:26 - 8/09/2015 Salı
Yeni Şafak

Hatice Özdemir Tülün, 2003 yılında bir üniversite öğrencisiyken Türkiye'nin internetteki ilk yemek blogu olan 'Portakal Ağacı'nı kurdu. Yurt dışında blogların yaygınlığı ve gördükleri ilgi, onun fotoğraf çekme yeteneği ve yemek yapma hobisinin buluştuğu bir blog açma fikrine neden oldu.



Birkaç yıl içinde iki milyon takipçi, bini aşkın tarif ve 60 binden fazla yorumla bir fenomen haline gelen Portakal Ağacı, ülke genelinde ve yurtdışında yaşayan Türkler arasında en çok takip edilen sayfalardan biri oldu.


Portakal Ağacı blog olarak büyük bir başarıya imza atarken 'Anneler ve Kızları İçin Portakal Ağacı'nın En Güzel Yemekleri ' isimli yemek kitabını da meyve verdi. Daha sonra aynı isimle yemek, ev, edebiyat, çocuk gibi pek çok konuyu bir arada ele alan bir dergi de raflarda yerini aldı. Portakal Ağacı'nın başarı dolu serüveni Albayrak Grubunun dergi ailesinin bir ferdi olan “Lokma" dergisiyle devam ediyor.



İlk sayısı yayınlanan Lokma Dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Hatice Özdemir Tülün, samimi bir sohbetle, lezzetli ve uygulanabilir tarifleri leziz bir sunumla birleştirdiği ve hayatının tüm akışını şekillendiren Portakal Ağacı yolculuğunu bizlerle paylaştı.




Portakal Ağacı nasıl doğdu?

Portakal Ağacı'nı açtığımda 23 yaşındaydım, üniversite son sınıfta okuyordum. Sürekli kitap okuyan, farklı hobileri olan, evin aklı havada çocuğu modundaydım. Ailemin diğer fertleri ise çok idealist insanlardır. Babam ODTÜ Fizik mezunu, annem ilkokul öğretmeni, ablam Boğaziçi Fizik'te okuyordu. Ben Marmara İşletme'yi kazanmıştım. Ailemin uzun uğraşları ve yönlendirmeleri sonucu Boğaziçi Edebiyat'a geçiş yaptım. Ve bu değişim bugünkü yazıyla haşir neşirliğimin de temeli oldu. Ancak bu durum babama kafi gelmedi. O zaman kendisi bir bilgisayar firmasında müdürdü. Ders aralarında dahi Mecidiyeköy'e gidip şirkette çalışıyordum. Hiç boş vaktim yoktu, aslında fazlasıyla sıkılıyordum da.




Bilgisayarcılıktan blog yazarlığına..

Babam beni geliştirmek için yeni sorumluluklar da yüklüyordu. Şirketin web sitesini benim yapmamı istedi. Bu konuda bir tecrübem yoktu ve araştırmalarım sırasında Türkiye'de o zaman yeni yayılan internete insanların bilgi almak için girdiğini fark ettim. Çeviriler çok işe yarıyordu. Ben bu araştırmaları yaparken Amerika'da fotoğraf blogları açılmaya başladı. Hediye olarak 2 megapiksel bir makine gelmişti şirkete. Onunla fotoğraflar çekmeye başladım ve küçük bir fotoğraf blogu açtım. Bir fotoğrafım Amerika'da haftanın fotoğrafı seçildi. Bu benim için çok büyük bir teşvik oldu. Ardından yemek blogları yayılmaya başladı. Yemek yapma merakımla fotoğraf hobimi bir araya getirip Portakal Ağacı'nı açtım.

Yemek yaparak mutlu olan bir insan olduğumu bu blogla fark ettim. Aslında mutfaktan uzak bir insan olmadım hiç. Küçüklüğümüzden beri annem özellikle hamur işi yapacağı zaman ablamla beni oturtur, bize de malzeme verirdi. Biz onlara şekil verirdik ve annem kendininkilerle birlikte pişirirdi. Sonra da bunları kuşlara verirdi. Hatta eskiden beri portakal ağacının logosunda bir kuş ve bir kız vardır. O kız, Hatice'nin küçüklüğünü temsil ediyor. Logodaki kuş da yaptıklarımı yemek zorunda kalan kuşu anlatıyor.



"Yemek yapmak benim terapi alanım.."

Portakal ağacından kısa süre önce ananem rahatsızlandı ve annemin sürekli Ankara'ya gitmesi ve orada kalması gerekti. Yemek yapma görevini de bana bıraktı. "Anne ben yemek yapmayı bilmiyorum" dedim ama "Seviyorsun halledersin" dedi. O zaman evdekiler bana iyi sabretmiş diyorum bugün. Ünlü yemek kitaplarını açıp o tarifleri yapmaya çalışıyordum. Çok başarısız olmuştum. Ama yemek yapmak bizim için ekstrem bir şey değildi, terapi alanıydı benim için.




İnternet çok yaygın değildi haliyle bu kadar takipçiniz yoktu, tariflere çok aşina değildiniz ve aslında çok vaktiniz de yoktu. Bırakmayı düşünmediniz mi sizi ne motive etti?

İlk üç dört ay ailemden kimsenin dahi blogumdan haberi yoktu. İşten geldikten sonra gizlice mutfağa girip yemek yapıyor fotoğraflarını çekiyordum. Bütün gün bilgisayar başında çalışıyordum ve çok sıkıcıydı. Mutlu olduğum bir şey yapıyorum, bu kendime ait bir alan diyordum. Benim saklandığım odam gibiydi Portakal Ağacı. Bir süre sayfaya bir yorum iki yorum geliyordu. Kendi kendimeydim aslında. Ama bir yorum bile beni inanılmaz teşvik ediyordu.

"Yorumlar beni motive etti."

Yasaklardan dolayı birçok kişi okuyabilmek için yurt dışına gitti ve daha önce yemek yapmadıkları için tarifler önem kazandı. Kulaktan kulağa tavsiyeyle yayıldı blog. İlk yılın sonunda takipçi sayım artmıştı. İnsanların tepkileri, beklentileri beni sürekli motive etti. Birkaç kişiyle daha etkileşime geçmek için bir vesileydi. Şimdi bakıyorum, işten yorgun argın gelip gece vakti üç farklı tarifi yapıp fotoğraflarını çekmek kolay bir şey değil.




Portakal Ağacı hiçbir zaman temel meşgale değildi yani hayatınızda?

Evlendikten sonra bebeğim için çalışmaya kısa bir ara verdim ama onun dışında profesyonel çalışma hayatının hep içindeydim. Evlendikten sonra eşimin genel müdürü olduğu bir ajansta reklam ve animasyon alanında çalışmaya başladım ve böylece Portakal Ağacı da daha profesyonel bir hale büründü. Ne işimden ne hayatımdan ayrı bir zaman dilimi değildi blogum. Hayatımın bir parçasıydı. Onu ilk çocuğum olarak görüyorum. Bu durum bugün de devam ediyor.




Zamanla çok fazla yemek blogu açıldı, Portakal Ağacı'nın başarısının altında ne var?

En önemli özelliği ilk olmasıydı Portakal Ağacı'nın. Diğer etken ise sayfanın sadece tariflerden ibaret olmaması. İnsanlar aslında 13 senedir her yönüyle bir arkadaşlarının hayatına şahitlik ediyorlar. Geçen bir takipçimiz şunu söyledi çok şaşırdım: “13 senedir seni takip ediyorum ama hiçbir tarifini yapmadım, yemek yapmayı sevmiyorum. Fakat Portakal Ağacı'nı her gün açıp, Hatice bugün ne yapmış, teyzesi nasıl olmuş diye okumak istiyorum". Genç kızlığını bildiğiniz biri var. O kız takipçilerinin gözlerinin önünde nişanlandı, evlendi, üç çocuk sahibi oldu. Takipçilerim kızıma, 'Biz senin doğumunu biliyoruz' diyorlar mesela. Gerçekten çok sadık takipçilerim var.




Hayatınızı afişe etmiyorsunuz ama tüm yönleriyle de paylaşmış oluyorsunuz. Bu nasıl bir denge?

İlk fotoğrafım ilk çocuğumdan sonra yayınlanmıştı sanıyorum. Samimiyete, doğallığa dikkat ediyorum, ayrıntıları paylaşıyorum ama afişe etmemeye, belli bir çizgiye dikkat ediyorum. İnsanlar sayfamda ne görürlerse kendilerinden hissederler diye düşünüyorum.

"Yurt dışındaki arkadaşlarım, buradakiler seni Google translate üzerinden takip ediyorlar diyor."


Bu on yıl içinde sizi en çok neler şaşırttı?

İnsanların dışarıda beni tanıması, alışveriş yaparken birbirine tarif veren iki kadının Portakal Ağacı'ndan bahsetmesi, kızıma seslendiğimde etraftaki kişilerin 'bu Portakal Ağacı'ndaki Ayşe İkbal mi' diye sorması, yurt dışında herhangi bir ülkede biz sizi takip ediyoruz diyenler olması bana en ilginç gelen şeydi. Çok heyecanlanıyorum böyle durumlarda. Blog sanallıktan çıkmış ve hayata dokunmuş oluyor.




Portakal ağacı tecrübesi umduğunuz gibi olmasaydı ya da hiç blog açmamış olsaydınız hayatınız nasıl şekillenirdi?

Sanırım babamla çalışmaya devam edecektim ve bilgisayar sektöründe kalacaktım. Ama yine de bir hobinin peşinden giderdim diye düşünüyorum. Yapı olarak sürekli bir şey üretmem lazım, bununla mutlu oluyorum. Belki sadece fotoğraf hobisi olarak devam edebilirdi. Portakal ağacı hayatımı tamamen şekillendirdi. En başta kimseye söylemediğin bir blogdan hayatımın her yönüyle içinde olan bir şeye dönüştü. Gün be gün hayatımı etkileyen bir şey. Günlük programlar yaparken Portakal Ağacı'nı içine katıyorum. Çocuklarım bile bu durumda. Ailemizin bir bireyi gibi.

Portakal Ağacı'nın internet blogundan matbu hale gelme süreci nasıl gelişti?

Portakal Ağacı'nı açarken on yıl sonra şurada olacağım, kitabını çıkaracağım, dergi olacak gibi şeyler hiç düşünmedim. Çok fazla kitap teklifi geliyordu. Ama bunu uzun süre beklettim ve içime sinen bir proje olana kadar teklifleri kabul etmedim. Kitaptaki tüm tarifleri yeniden yapıp tekrar fotoğrafladım. Çünkü eski fotoğraflarla bu işi geçiştiremezdim. Dergi de aynı şekilde oldu. Birçok dergi grubundan teklifler geldi bu dergiyi çıkarmak için. Ben zaten bu sırada TRT Çocuk Dergisinde Genel Yayın Yönetmenliği yapıyordum. Dergicilik tecrübemizi Portakal Ağacıyla birleştirdik ama daha genel bir konsept seçtik. Dergicilik sektörü farklı bir sektörmüş, insanlar reklam almak için dergi çıkartıyormuş. Biz küçük bir ekiptik ve içeriğe yoğunlaşmıştık. Dağıtım bile başlı başına bir zorluk. Bunun tek başına bir dergi olarak yürümeyeceğini de kısa zaman içinde anlamış olduk.




Portakal Ağacı'nın son meyvesi Lokma Dergisi için neler söylemek istersiniz?

Lokma Dergisiyle insanlara yeni bir şey sunuyoruz. Portakal Ağacı Dergisinden farklı bir konsepti var ve bu nedenle hem yenilik vurgusu vermek hem sıcak bir çağrışım yapmak için Lokma ismini tercih ettik. Portakal Ağacı'nın serüveni nasıl devam eder, bu aşamadan sonra ne gelir bunu hiç düşünmüyorum. Şu an tek düşündüğüm şey Lokma'yı en güzel şekilde çıkarmak.

Lokma Dergisi nasıl bir boşluğu dolduruyor?

Yabancı dergilerden telif alarak çıkarılan birçok yemek dergisi var. İçindeki malzemesinden sunumuna kadar bizimle hiç alakası olmayan içerikleri var. Tasarım güzel, fotoğraflar güzel ama bize hitap etmiyor. Bazıları da reklam alabilmek için araya birkaç tarif koyuyor. Biz dijitalde kendimizi hem içerik hem sunumla kanıtladık diye düşünüyorum. Matbuda da Lokma Dergisi ile aynı çizgiyi korumaya çalışıyoruz. Neden bir İtalyan dergisinden telif alıp o konsepti devam ettirelim ki, kendi kültürümüzle çok daha iyisini yapabiliriz. Ekip olarak kendi damak tadımıza uyan tarifleri daha çok seviyoruz. Ne lezzet için estetikten taviz veriyoruz, ne estetik için lezzetten.


#Portakal Ağacı
#Hatice Özdemir Tülün
#Lokma Dergisi
9 yıl önce