T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K Ü L T Ü R

'Bir masala doğdum'

Ödüllü roman 'Kayıplar Kosova'nın yazarı Zeki Bulduk, öykülerini 'Bozkırın Atları Yaman Ölür' adıyla kitaplaştırdı. Genç yazarla Perşembe Kitapları'ndan çıkan kitabını ve öykülerin doğuşunu konuştuk

"Bozkırın Atları Yaman Ölür"de yaşayan ama hüzünlü, bakan göze acı bulaştıran mekanlarda dolaştırıyorsunuz okuru. Atların yaman öldüğü bu yer neresi?

Ben size en güzel atların nerede doğduğunu söyleyeyim önce: Bosna'nın atları İngilizler'inkinden sonra Avrupa'nın en gözde atlarıdır. O atlar yetişme çevresinin güzelliğiyle koca koca aygır olurlar. Ama yaman ölen atlar, zor yetişen, garip kalan ve sürüden ayrılmış atlardır. İç Anadolu'da, bozkırda atlar nasıl beslenir, nasıl büyürler bilinmez. Ama az olduklarından hepsinin bir ölüm hikayesi vardır. Ve en acıklı ölümler toprağın değil insanın münbit olduğu Orta Anadolu kesminde olur. Susuz, ağaçsız ama kaya mezarların ve çorak toprakların olduğu yerde yaman ölür atlar.

Taşra, taşrada çocuk olmak ne demek sizin için?

Bu soru biraz dağ başında çiçek açan erik dallarını hatırlatır bana. Dağ başlarında yalnız ağaçlar vardır Anadolu'da. Genellikle karaçalı, armut ve muşmula ağaçlarıdır onlar. Kimin, ne zaman ekip, diktiği bilinmeyen bu ağaçların taşrada yetişen çocukların hafızası gibi berrak hafızası, taşralı çocukların sahipsizlikleri gibi bir gariplikleri vardır. Memur ve esnaf çocuklarından çok yerli ve köylü çocukların acıklı bir tarihleri vardır. Okuldan eve, evden dağa, köyden köye giderken birdenbire büyümez taşralı çocuklar. Dişlerini sıkarak, ağlayarak, annelerinin gözlerine bakarak ve Almancı çocuklarının 'kikıl' deyişleri arasında büyür taşralı çocuklar. Ve bir İbrahim Tatlıses hıncıyla büyük şehre karşı yumrukları sıkıp savcı ya da kral olmak isterler.

Özellikle kitabın ilk bölümünde yer alan hikayelerdeki yaşanmışlık, kahramanlar; geçmişin derin kuyusundan değil de, sanki dünkü günün sıcaklığından aktarılıyor gibi canlı, içli. Bu hikayeler biyografik hikayeler mi?

"Biz tam üç kişiydik" diyordu Ahmet Kaya. 'Bedirhan, Nazlıcan ve Suphi'. Dokunaklı şarkıdır. Dokunaklı hikayelerden örülmüş bir gençlik, orada bozkırın ortasında sapasağlam duruyor. Anlattıklarım daha çok kanımla, soyumla ilgili. Her zaman için unutma payı korkuttu beni. Belki birgün tümden kopacağım onlardan. Ama onlara bir diyet borcum var. Yaşar Kemal'in Çukurova'ya bir diyet borcu vardı ve fazlasıyla ödedi. Ben ise Bizans'tan, Pogan dönemden, Dersim'den ve Dulkadiroğulları'ndan çok şey öğrendim Kırşehirin köylerinde. Oradaki insanlar bana okumayı ve direnmeyi öğrettiler. Yazarak bir bedel ödediğimi düşünüyor ve biyografimin onların hikayesi olduğunu biliyorum.

'Atlar' ve 'analar' var hikayelerinizde. Bir de, bir tarafta 'yerinde duramama / gitme isteği', diğer tarafta 'kalmak'. Bu dördü arasında nasıl bir ilişki var? Sizdeki yeri ne bunların?

"Analardır adam eder adamı" diyordu Selda. "Atları da vururlar"mış öğrendik. "Gitmek bir hastalıktır" tezine de inandım. Hatta 'giden kurtulur' diye şartlananlardanım. 'Kalmak' ise sınıfta kalmanın dışında, o kadar zor ve o kadar mecburi ki anlatamam. Anamın elleriyle öğrendim hayatı. Zaten hikayelerde 'Anam Kadın' dediğim insan olmasaydı bir hiçtim. Ki ölüme giderken bile bana vereceği harçlığı düşünen o kadın Meryem'di, Ayşe'ydi, Hatice'ydi yani annemdi. Atlar belki de âşık olunacak hayvanlar... 'At, avrat, silah' diyen bozkırlı atalarımdan kalma bir şuur değil bendeki. Onların insana yakın oluşları, rüya görmeleri, rüzgara kafa tutmaları. Yani direnişin yelesidir bence atlar.

Gidilecekse nereye? Yok eğer kalınacaksa nasıl?

"Gün olur başımı alır giderim" düşüncesi de değil; "Git yolun gülle dolsun" arabeski de değil bendeki. Önceleri Libya, Lübnan, Filistin, Küba; ardından Bosna, Çeçenistan... Yani savaşın olduğu heryerde olabilirdim / ölebilirdim. Ama zamanla Kali Goga dağı, Tibet, Singapur derken Simone de Beuveor'in evine dönen devrimcisi gibi evime yani sükuna kavuşacağım yere gitmek istiyorum. Gerçi Küba'ya bir sefer yapmak, Filistin'de üç ayları bir kez yaşamak istiyorum. Evine, kalbine, şarkısına dönenleri sevsem de ben oyun / tuzak olmayan bir yere gitmek istiyorum. Yaşadığım ve inandığım için Cenova'ya taş atmak için, Gazze şeridine yaralanmak için, Eritre'ye çocuklara bakmak için, Mezopotamya'ya insanlığın tarihini hissetmek için giderim herhalde. Ölmezsem kesinlikle Fas'a gideceğim. Kalmak... sanırım bu fiil sadece ölüm ve ihanetleri seyretmekten başka bir anlama gelmiyor. Ve tüm kalmak fiileri 'sınıfta kaldık' hükmüne varıyor. Belki de bir gül bahçesi kurabilmek için kalınabilir.

Hurafeler Kitabı, Zor, Kalanlardan, Çığlık... Anlatmak istediklerinizi anlatmaya yetti mi?

Bazen isimlerini verdiğiniz öyküleri yanlış yazdığımı, hayatı yanlış okuduğumu düşünüyorum. Masalsı bir geçmişim yoktu; masalsı bir coğrafyada doğmuştum. Ama hurafelerin istila ettiği mekanlarda yaşamıştım. Gerçek ya da anlamlı olandan kaçıyordu gördüğüm yüzler. Ben de onları bir rüyanın içindeymiş gibi ifşa etmeye başladım. Nasip olursa anlatmaya devam edeceğim. Çünkü hançeri, yarayı anlatmak mümkün ama, kılıç yarasınında zamanla parladığını unutmamak lazım. Tanık olmak isterdim; Çağa, suça, adalete, yazıya, yaradılışa... Tanıklığıma daha yeni başladımı düşünüyorum. Belki de hesaplaşmalar var ilerleyen günlerde.

Anlatmalarınız için uygun form hikaye mi?

Hikaye... "Efsane söyleyip-Uykuya daldılar" demişti Hayyam. Efsane, masal, öykü... v.s. formları bana bugüne kadar anlatılanların en etkilileriydi. Bense öyküyü kendimi tımar etmek için seçtim, diyebilirim. Doğu öykünün ve şiirin menbaı. Ben kaynaklarımızın kurumadığını düşünerek ve bir vefa borcundan hikaye yazıyorum. Roman, belki de beni toparlayan ve üzerinde çalıştığım asıl işim diyebilirim. Fakat 'Doğu insanının romanı olamaz' tezine çoğunlukla katıldığımdan, öyküyle uzun bir nişanlılık dönemi yaşıyacağımı düşünüyorum.

 
Korku severler 'Uykusuz'

Çukurova'dan dünya birincisi
Çukurovalı ressam Safa Bute, 'İlk 10 Dünya Ressamı' arasında yapılan oylamada en fazla oyu olarak birinci seçildi. Ressam Bute, Avustralya'daki Artists Own Registri Sanat Merkezi'nce yapılan araştırmada yağlıboya kategorisinde 'İlk 10 Dünya Ressamı' arasında gösterildi. Bu 10 ressam, aynı tarihten itibaren dünya sanat kamuoyuna tanıtılarak, sıralamaların tespiti için oylamaya tabi tutuldu. Sonuçlanan oylamada ressam Safa Bute, 103 puanla ilk sırada yer alarak dikkatleri üzerine çekti. Diğer 9 ressam arasından, kendine has tarzıyla sıyrılıp çıkan ressam Bute'nin eserlerinin diğer dünya sanat merkezlerinin de yoğun ilgisini çektiği bildirildi. İki ayrı uluslararası sanat merkezi tarafından 'Listenin En Üstündekiler' arasında gösterilen ressam Safa Bute, Rusya'da da sanat haberlerinde çizgi resminin yıldızları arasında gösterildi.
Sherlock Holmes çalıntıymış!
Sherlock Holmes'in 'kalem babası' ünlü yazar Canon Doyle'un yazdığı 'The Hound of the Baskervilles' öyküsünün başkasına ait olduğu öne sürüldü. 100 yıl önce yayınlanan ve yazarına 'Sir' unvanının verilmesinde etkisi olduğu belirtilen öykünün aslında Doyle'un arkadaşı Bertram Fletcher Robinson'a ait olduğu söyleniyor. Tarihçi R.Steele'in araştırmasına göre Doyle, hem arkadaşının eşiyle arkadaşlık etmiş, hem de ona ait öyküyü çalarak, kendisininmiş gibi göstermişti. "Onun ölümü hem aşk ilişkisinden doğacak rezaleti önlemiş oldu, hem de öykünün çalıntı olduğunu bunca yıl gizledi" diyen tarihçi, bir anlamda ünlü yazar Doyle'u suçlamış oluyor. Ancak bu konuda kesin verilere ulaşılmadığı belirtiliyor.
5 Ağustos 2001
Pazar
 
Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED