T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Türk modeli

Türkiye Cumhuriyeti "Medeniyetler çatışmasını" kendi içinde yaşıyor. Halâ İslâmiyet, aramızda tartışma konusu. Başörtüsünden tutun, cenaze ve cuma namazına, ibadetin Türkçe yapılmasından, ezanın Türkçe okunmasına kadar, bir çok hususta, uzlaşma sağlanmış değil. Üstelik çoğu kere, meseleyi kaşıyanlar laik kesim. Tartışmayı onlar başlatıyor; dindarların mukaddes ad'ettikleri kavramlar işportaya düşürülüyor. Bilen bilmeyen herkes konuşuyor.

Münakaşanın baş mağdurları, başörtülü hanımlar. Üniversiteye sokulmayan veyahut Genel Kurul salonundan kovulan onlar. Avukat olsalar, celselere giremezler, Anıt Kabir'de törene katılamazlar, hatta sürücü ehliyetine bile başörtülü fotoğraflarını yapıştıramazlar. Onlar Necip Fazıl'ın dediği gibi: "Öz yurdunda garip, öz vatanında parya"

TCK madde 174-175

Emin Şirin, dün Haberx'teki makalesinde başörtüsü düşmanlarına uygulanabilecek iki maddeden söz ediyordu.

Biri Merve Kavakçı'yı, Genel Kurul salonundan "kovan" DSP Grubu ve Genel Başkanı'na tatbik edilebilir: "Her kim şiddet veya tehdit ile veya nümayiş veya gürültü yaparak birini tamamen veya kısmen siyasi haklarını kullanmaktan men ederse, 7 aydan 30 aya kadar hapis cezası ile cezalandırılır." (madde 174)

Din hürriyeti aleyhine cürümler faslında ise, 175'inci madde dikkat çekiyor:

"...Bir kimseyi dini inançlarından veya mensup olduğu dinin emirlerini yerine getirmesinden veya yasaklarından kaçınmasından dolayı kınayan veya tezyif veya tahkir eden veya alaya alan kimseye, 6 aydan 1 yıla kadar hapis cezası verilir."

* * *

175'inci madde, laiklik ilkesinin bir gereği. Laik bir devlette, kişi inanma veya inanmama hürriyetine sahiptir. Dinin emirlerini yerine getirmekte serbesttir. Diyanet İşleri Başkanlığı, başörtüsünün dinin gereği olduğunu söylediğine göre, kimsenin buna karşı çıkmaya hakkı yoktur. Bırakın hakkı olmamayı, böyle bir tavır içine girenler Türk Ceza Kanunu'na göre suç işlemiş sayılır.

"Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar" misâli, kanunlarda doğruyu ifade edip, tatbikatta şaşıyoruz. Bu yüzden de, Türkiye "medeniyetler çatışmasını" derin bir kutuplaşma şeklinde kendi içinde yaşıyor.

Karabekir'in anıları

Dine ilişkin tartışmalar, cumhuriyetin ilk kurulduğu dönemde, yoğun bir biçimde cereyan etti. Aslında, Atatürk, dinde "devrim" yapmayı düşünmedi değil. Çevresindeki bazı isimler, İslâmiyet'in bizi geri bıraktığını ileri sürüyor ve "Arapoğlu'nun yavelerinden Türkler kurtulmalı" diye düşünüyordu.

Özellikle 1923 yılında cereyan eden bu gibi tartışmalarda, dine saygılı davranılmasını savunan Kâzım Karabekir'in görüşü ağır basmıştır.

Atatürk ile arasındaki sürtüşmeleri, Karabekir'in anılarından takib edebiliriz:

"... Ankara'da yeni bir hava esmeye başladı. 'İslâmlık, terakkiye mâni imiş', 'Halk fırkası lâdini ve lâahlâkî olmalı imiş' Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler, tıpkı bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlup oldukları halde, istiklâllerini muhafaza edeyorlarmış, medeniyete girmişlermiş. Türkiye, İslâm kaldıkça, Avrupa ve hele İngiltere müstemlekelerinin çoğu İslâm olduğundan, bize düşman kalacaklarmış. Sulh yapmayacaklarmış!"

10 Temmuz 1923 Ankara İstasyonu'ndaki kalem-i mahsus binası.

Mustafa Kemal Paşa: "Dini ve namusu olanlar kazanamaz, fakir kalmaya mahkûmdur. Önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz."

Kâzım Karabekir: "Dinsiz ve ahlâksız bir millete hayat hakkı yok. Bu akide, bizi Bolşevikliğe götürür. Halkın asla hoşuna gitmeyecek, benim bile derin bir uçurum olarak gördüğüm bu formülü, zorla halka kabul ettirecek bir idare kurmaya gidiyorsunuz. Böyle yapmayınız. Milli birliğimiz sarsılır. Bir asalak tabaka halkın başına geçerek kanını emer."

Karabekir, Gazi'yi din karşıtı bir havaya çekmek isteyen yeni muhiti ile 18 Temmuz 1923'de karşılaştı. Karabekir anlatıyor:

"Ankara İstasyonu'ndaki kalem-i mahsus binasına gitmiştim. Mevcut azadan Tevfik Rüştü Bey 'Ben kanaatimi Meclis kürsüsünden haykırırım, kimseden korkmam' dedi. Ne konuştuklarını bilmediğim için sordum: 'Nedir o kanaat?' Tevfik Rüştü Bey yerine, Mahmut Esat (Bozkurt) cevap verdi: 'İslâmlığın terakkiye mâni olduğu kanaati! İslâm kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati!'

...Fethi Bey (Okyar) söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile dedi ki: 'Evet Karabekir, Türkler İslâmlığı kabul ettikten sonra böyle geri kaldılar. İslâm kaldıkça da geri kalmaya mahkûmdurlar.'

* * *

İşte Karabekir'in cevabı: "Bir milletin asırlardan beri en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız, objektif bir görüş değil, hülyanızdır. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı istibdatla başlar... Milli bir dram şeklinde neticelenir... Maddi cephemiz zaten zayıftır. Güvenebileceğimiz manevî cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına kurban edersek, dayanabileceğimiz nemiz kalır? Bizi, silâh kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız, görüyorum ki, artık fikir kuvvetiyle mahvedeceklerdir. Paşam... Millet Meclisini tekbirler, salâtlar arasında açtınız. İslâmlığın en yüksek din olduğunu hutbelerle de ilân ettiniz. Şimdi ne yüzle ve ne hakla, bir kanlı maceraya atılacağız!"

* * *

19 Ağustos Pazar akşamı (1923) Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar, Latife Hanımla birlikte Kâzım Karabekir'e akşam yemeğine giderler.

Karabekir'den dinleyelim:

"Mustafa Kemal Paşa, müthiş bir inkılap hamlesi teklif etti: 'Hocaları kaldırmadıkça, hiçbir iş yapamayız.'

-Peki ama ne olmak istiyorsunuz? dedim. Hıristiyan mı? Dinsiz mi?

Ve devam ediyor Karabekir:

"Dinle uğraşmak, bizi, daha ziyade terakkiden alakoyacaktır. Din, olduğu gibi bırakılmalı, hükûmet ne buna tesir yapmalı, ne de tesiri altında kalmalıdır... Bir çocuğa veya adama din aleyhinde telkinde bulunmak, biçarenin dimağını neşterle kazımak demektir. Din, bir milletin fertlerinin perçinidir. Dinin gevşediği yerlerde, birlik perçini de gevşemiş olur."

Atatürk'ün el yazısı

Kazım Karabekir'in anıları, Atatürk'ün, bir ara dinde "devrim"(!) yapmayı aklından geçirdiğini, bu yüzden de Meclis'i dualarla açmış, hatta, Balıkesir'de bizzat hutbe okumuş olmasına rağmen, kısa bir süre, –Türkleri geri bıraktığına inandığı için– İslâmiyet'in etkisini kırmaya çalıştığını ortaya koyuyor.

Zaten Afet İnan'ın "Medeni Bilgiler" kitabında Atatürk'ün kendi el yazısıyla din hakkındaki tesbitlerine rastlıyoruz: ".... Türkler, Arapların dinini kabul etmeden evvel büyük bir milletti. Arap dinini kabul ettikten sonra, Türk milletinin millî rabıtaları gevşedi; millî hisleri ve heyecanı uyuştu. Bu pek tabiî idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde, bir Arap milleti siyasetine müncer oluyordu... Allah'a kendi lisanında değil, Allah'ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulundular. Arapça öğrenmedikçe Allah'a ne dediğini bilmeyecekti. Türk milleti, bir kelimesinin mânâsını bilmediği halde, Kuran'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler." (Medeni Bilgiler ve Atatürk'ün el yazıları- Prof. Dr. Afet İnan - Türk Tarih Kurumu Basımevi - Ankara 1969- sayfa 364-365)

Öz vatanında parya

1920'li yıllardaki tartışmaların benzerlerini halâ sürdürüyoruz. O tarihte, devrim heyecanı içinde, inançları baskı altına almayı düşünenler çıkabilir. Ama halâ insanlar "öz yurdunda garip, öz vatanında parya" muamelesi görüyorsa, Türkiye İslâm dünyası için model teşkil edemez.

Türk modeli, İslâmî hassasiyetleri hiçe sayan totaliter bir laiklik anlayışını benimsemektedir. Bu yüzden, Müslüman ülkeler ve onların halkı açısından sevimli bulunmama ihtimali kuvvetlidir.


13 Şubat 2002
Çarşamba
 
NAZLI ILICAK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED