AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Batı'nın savaş makinaları

Zihnen silahlı olmak, düşünce planında yanlış bir yerde bulunulduğunu gösterir mi? Bu soruya vereceğimiz cevap, kullanılagelen silah aletinin 'silah olarak' olumlu veya olumsuz oluşuna bağlı olarak değişecektir.

Bugün savaşın en aktif aracı olarak kullanılan ateşli silahlar hangi teknolojik düzlemin verimi olarak insan hayatının ölüm-kalım çizgisinin en gerilimli hattında yerini almıştır?

Yine bizim buna vereceğimiz cevap, bir dünya görüşünün insanlığı 'insanlık' değerleri açısından hangi sonuçlarla karşı karşıya bırakabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.

Savaş teknolojisinin malzemesini oluşturan ateşli silahların, Modern Batı düşüncesinin etki alanı dışında tasavvur edilebilmesi mümkün müdür? Nereden belli? Şuradan bellidir ki, bir insanın ya da toplumun ameli(işleri/üretimi), niyetine bağlı şekil alır ve kendi haricindeki varlığı bu niyetin izdüşümsel çizgisi üzerinde harekete zorlar. Böylece niyet, mahiyetinin doğup geldiği imanî altyapının bir özelliğinin üretim planında yerini almasına aracılık etme rolünü üstlenmiştir aslında.

Batı'nın ana düşünce hattı: Galileo-Descartes-Newton üçgeni

Ana düşünce hattını (Galileo-Descartes-Newton)'un çizdiği felsefî ve bilimsel mekanizm anlayışının üç boyutlu somut planda üretilmesinden başka bir şey olmayan mekanik teknolojinin bugün insanlığı, insanlık değerleri açısından hangi negativitelerle karşı karşıya bıraktığı artık tecrübelerle sabit hale gelmiştir. İşte yaşıyor, görüyor, hissediyoruz. Hele bir de bunun şiddet sosuyla hazırlanmış biçimi olan silah teknolojisi formunu kritik ettiğimizde karşılaşacağımız manzaranın korkunçluğu ispat gerektirmeyen bir bedahet halinde karşımızda durmaktadır.

Bu teknolojiyi üreten iman, müslümanlara ait bir iman değildir. Kaldı ki, böyle bir şiddet teknolojisinin üretimini Müslümanlar yapmış olsaydılar bile kendi peygamberlerinin getirmiş olduğu imanî esaslara muhalefet etmiş olacaklardı. O'nun bildirmiş olduğu dinin savaş kuralları, yaşlılara, mabedinde ibadet halindeki abide, kadına, çocuğa, hayvanlara, bitkilere, savaşla ilgisi olmayan her türlü varlığa zerre kadar zarar vermeme üzerine kurulu değil miydi? Peki, bir müslümanın mekanik ateşli silahları kullanarak kendi peygamberinin çizmiş olduğu hukuk çerçevesinde adil bir savaşı verebilmesi mümkün müdür? Hayır. O halde bir Müslüman zihni, bu silahların 'gerektiğinde kullanılabilirliğini' nasıl onaylayabilir? İslam dünyasındaki eli silahlı Müslüman grupların bu mücadele yöntemlerini tenkid eden eli silahsız Müslüman çoğunluğun kanaat önderleri, bu silahların ancak devletlere bağlı militer sınıflar tarafından kullanılabileceğini kabul etmekle büyük bir tezat ve düşünsel çıkmazın içine düştüklerinin farkındalar mı acaba? Çünkü, eleştiri, silahın idelojik karakterine yönelik değil; kullanım biçimine ve kullanana yönelik. Elbette, silahı kullanan elin hareket ve kullanış biçimi, mücadele yönteminin meşruiyetini tartışmaya açar. Fakat, masumların savaş kurbanı olmasında sadece bu değil, silahın teröristliği de önemli rol sahibidir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, müslümanlar, kendi dinlerinin mensubu militanların Batılı silahlarla yaptıkları eylemleri kınarken, eleştirilerini ellerindeki silahlara değil, eylemcilere yöneltmektedirler. Bir de bunu, Batılı devletlerden terörist damgası yememek için yapmaktadırlar. Halbuki, yapılması gereken şey, öncelikle Batının savaş makinelerini zihnen bırakmaktır. Zihnen bırakılan şeyin elden düşmesinin de o an gerçekleşmemesi mümkün değildir.

Teknoloji, 'bilimsel düşünce'nin üç boyutlu görüntüsüdür

İman (Felsefe) - Tasavvur (Bilim)- Amel (Teknoloji)] biçiminde formüle edebileceğimiz, iman/felsefeden amel/teknolojiye uzanan, sonra amel/teknolojiden iman / felsefeye geri dönen tecelliler zinciri içersinde bugünkü Batı teknolojisinin ana tabiatının, özsuyunu yine kendi tabiatının varoluş ilkesi olan Modern Batı düşüncesinden aldığını iman-amel bağlantısının mukaddder bir olgusu olarak belirtelim. Teknoloji, amelî plana yerleşmek bakımından somut bir sonuçsa; bilim, somutun soyuta yükseltgeniş, soyutunda somuta indirgeniş çevriminde bir ara duraktır ki, bir yönüyle hangi düşünce sisteminden geldiğine gönderme yapar, bir yönüyle de hangi teknolojik üretim tarzına gidileceğine işaret eder. Böylece, bilimsel düşünce, saf düşüncenin (iman/felsefe) iki boyutlu görüntüsü, teknoloji de bilimsel düşüncenin üç boyutlu görüntüsü olmuş oluyor.

Müslümanlar 'silah' bırakmalı

Bu başlık bir anda, Müslümanların tümünün silahlı olduğunu iddia ettiğim intibaını size verebilir. Başlığın muhkem yüzüne baktığımız zaman ifadenin dolaysız anlamı aslında, Müslümanların silahsız olmayanının olmadığıdır. Acaba doğru mu? Bir yönüyle böyle. Bir de başlığın müteşâbih yüzüne yöneldiğimizde, soruya vereceğimiz cevap haliyle 'hayır' olacaktır. Çünkü, İslâm dünyasında eli silahlı Müslüman sayısı, dikkate değer bulunamayacak kadar azdır.

Silahlı olmak sadece eli silahlı olmayı gerektirmiyor. Eğer bir insanın düşünce dünyasında silah, düşüncesinin bir fragmanını oluşturabiliyorsa o insan her ne kadar silahı vücuduna temas ettirmiyorsa da zihnen silahlıdır ve silah kullananın sorumluluğunu da paylaşmış demektir.

Demek ki, insanlık planında silahlı olmanın iki ayrı türüyle karşı karşıyayız: İdeal düzlemde silahla kuşanmak ve bir de silah materyalini bizzat tatbik sahasında harekete geçirmek. Birincisi, ikincisine nazaran daha soyut ve sürgit bir mahiyete sahipken, öbürü daha somut ve temporaldır. Doğal olarak, zihnen silahlı olan kişi, gerektiğinde, gerekli yer ve zamanda ve gerekli ellerde silahın işlevsel kılınabileceğini savunmaya hazır bir pozisyondadır. Bu bakımdan silahı kullanan insandan hiçbir farkı yoktur. Zaten, silahı beline alan kişi de, aynı şekilde silahı doğru şartlar çerçevesinde kullandığına inanmaktadır.

  • SAİT MERMER / YAZAR


  • HUMANİST YAHUDİLİK
    ABD, Saddam'ın elinde nükleer silah var bahanesi ile Irak'ı işgal ederken, İsrail'in Ortadoğu'da en büyük nükleer güç olmasına ses çıkarmadığı gibi ona her türlü ekonomik ve silah desteği vermektedir.

    Filistin'de 40 Müslümanın hunharca katledilmesi ile beraber, Yahudilik ve Israil'in uyguladığı politikalar tekrar ağırlıklı olarak gündeme oturdu. Ve İslam dünyasında büyük infiallere neden oldu. Şimdi İsrail ve Yahudilik üzerinde birkaç temel analizde bulunalım.

    Ülkemizde ve İslam dünyasında genellikle yanlış anlaşılan konulardan birisi de tüm Yahudilerin aynı inanca, aynı düşünceye, aynı mantaliteye sahip olduğu görüşüdür. Başka bir ifade ile tüm Yahudilerin Tanrı'nın seçkin kavmi mitosuna dayanan, ırkçı, siyonist ve anti-humanist bir paradigmayı paylaştığı zannedilir. Ancak bu yargı dünyadaki tüm dinsel inanç sahibi olanlarda olduğu gibi Museviler için de geçerli değildir. Yahudiliği sadece bir kültür olarak algılayan, diğer taraftan humanistik Yahudiler gibi Tevrat'ı ırkçı bir doküman Yehova'yı ırkçı bir tanrı şeklinde yorumlayan çeşitli Yahudi ekolleri de var. Bu ekoller, Nil den Fırat'a kadar olan toprakları Tanrı Yehova'nın İsrail halkına vaadettiği şeklindeki "arz-ı mev'ud" dogması için, bölgedeki tüm Müslümanları katletmenin vacip olduğu anlamındaki inancı paylaşmıyorlar. Yani kelimenin tam anlamıyla tüm Yahudiler ırkçı ve siyonist değildir. Örneğin, bizzat Yahudi halkı tarafından 'Beyrut Kasabı' olarak adlandırılan Ariel Şaron insanlık dışı Sabra ve Şatilla katliamını yaptığı zaman Telaviv Üniversitesi'nden Benjamin Kohen adlı profesör bu katliamı açıkça kınamıştır. Öte yandan Musevi düşünür İ.Shahak, İsrail'in şiddete dayalı politikalarına karşı savaş açmıştır.

    İsrail neden katliamlar yapıyor?

    Birincisi: İsrail devlet aygıtı, Ferisi mezhebini temel alan katı, radikal, ırkçı ve siyonist anlayışı savunan rabbinik ve ortodoks geleneğin emrinde. Bu gelenek Yahudi kutsal kitablarının tümü olan Tanah, Talmud, Gemera, Mişna ve Kabbala gibi öğretileri tamamen lafzi bir yoruma tâbi tutup "arz-ı mev'ud" vaadedilmiş toprakları almak için en acımasız katliamlar dahil, her şeyin mübah olduğuna inanmaktadırlar. İkincisi, Yahudilerin en az ikibin yıldır devlet kuramayıp, 1948'de ancak bu fırsatı ele geçirmiş olmaları ve yine diaspora döneminde çektikleri acılar işkenceler ve katliamlar -ki bu katliam ve işkencelerin tümünü Batılılar yapmıştır. Müslümanların bu noktada hiçbir dahilleri yoktur. Hatta Yahudiler en rahat ve güvenli dönemlerini Müslümanların hakimiyeti altında yaşamışlardır. Üçüncüsü, ABD'de özellikle yönetimde etkili olan "evangelist" radikal Hristiyan gurup ve mezheplerle, siyonistlerin kutsal topraklarla ilgili düşüncelerinin örtüşmesi. En azından Evangelistlerle, Siyonistler Mesih'in gelmesi için kutsal toprakların Müslümanlardan arındırılması gerektiği noktasında uzlaşmaya varmışlardır. Bilindiği gibi Başkan Bush sadık bir Evangelisttir. Dördüncüsü, ABD'nin ve ona yön veren çok uluslu şirketlerce, Ortadoğu'ya hakim olmak, sömürmek ve bölgede ABD'nin varlığı için İsrail'in ileri bir karakol olarak ayakta kalmasının zaruretine inanılması; öyle ki, Siyonistlerin ABD'deki en önemli dergisi Kivinum, Amerika'nın Körfez savaşını, İsrail'in korunmasının yanında, çok uluslu şirketlerin kışkırtması sonucu yaptığını açıkça yazmıştır. Bunun içindir ki, ABD Saddam'ın elinde nükleer silah var bahanesi ile Irak'ı işgal ederken, İsrail'in Ortadoğu'da en büyük nükleer güç olmasına ses çıkarmadığı gibi İsrail'e her türlü ekonomik ve silah desteği vermektedir. Beşincisi, ortodoks İsrail yönetiminin bir buçuk milyarlık İslam dünyasının bir araya gelip İsrail'e mukavemet edecek güçten, fikir birliğinden yoksun olduğunun bilincinde olması, belki de İsrail'in aşırı pervasız politikalarının temelin de İslam dünyasının bu perişan hali yatmaktadır. Altıncısı, İsrail sadece Filistinliler değil Ortadoğu'da Türkiye ve İran dahil kendisinden güçlü hiçbir İslam ülkesi İstememektedir. Zira Brezinski'nin de söylediği gibi İsrail'in güvenlik stratejisi, bölgedeki Müslüman ülkelerin bölünüp parçalanması konseptine oturmuştur. Yine Kalifornya Üniversitesi'nden İbrani dili profesörü Yonah Sabar, İsrail'in ayrılıkçı Kürt guruplarını desteklediğini açıkça söylemiştir. Hatta ona göre ayrılıkçı Kürtler, İsrail'in stratejik ortağıdır. Fakat kanımızca bu yargı tüm Kürt kardeşlerimiz için geçerli değildir. Zira Kürtler her çağda İslam ümmetinin şerefli bireyleri olarak Müslüman dünyada yerlerini almışlardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki ABD, İsrail'i kayıtsız-şartsız desteklemekten vazgeçmediği, sürece Ortadoğu'da barış imkansız gözükmektedir. Ayrıca İslam ülkeleri tek vucut olarak Filistin meselesinde aynı politikaları benimsemeli ve behemehal Ariel Şaron gibi radikal politikacılar ve Yahudi fundamentalistleri iktidardan uzaklaşmalıdır.

  • DR. LÜTFÜ ÖZŞAHİN - DİNLER TARİHİ UZMANI


  • Okul kütüphaneleri velilerin umurunda mı?

    Okullar açıldı. Tabii her sene olduğu gibi, problemlerle birlikte. Öğretmensiz okullar, geçinemediği için eylemlerde hak arayan öğretmenler, derslerin başlamasına rağmen inşaatı devam eden okullar... Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, eğitimde çok farklı bir döneme geçildiğini; 'öğrenci merkezli çağdaş müfredat', 'öğrenci merkezli eğitim', 'mutlu birey yetiştirecek müfredat', 'ezbersiz eğitim', 'değişen eğitim felsefesi', 'sorgulatan, düşündüren, ürettiren eğitim' gibi ifadelerle ve heyecanla dile getiriyor her fırsatta.

    Öğrencilere okuma alışkanlığını kazandırmayı amaçlayan bu yeniliğin adı, '100 Eser Projesi.' Doğu'dan, Batı'dan ve ülkemizden yetişmiş ünlü düşünür ve edebiyatçıların eserlerinden seçilmiş 100 kitabın okunması ve bu sayede boş zamanların olumlu değerlendirilmesi, kelime hazinelerinin genişlemesi, Türkçenin güzel, doğru ve etkili kullanılması hedefleniyor. Kitapların nasıl ve neye / kime göre belirlendiği, niye bazı yazarların alınmadığı gibi konulara ilişkin itirazlar dile getirilse de, projenin özüne yönelik hemen hiçbir olumsuz düşünce öne çıkmadı.

    Bununla birlikte, yapılan değerlendirmeler içerisinde, Milli Eğitim Bakanlığı'nın konuya ilişkin genelgesinde de değinilen okul kütüphanelerine ise, hiç yer verilmediği görüldü. Oysa belki de en önemli boyut olarak okul kütüphaneleri gündemin üst sıralarına çıkarılmalıydı.

    Çıkarılmalıydı, çünkü, Milli Eğitim Bakanı, çok açık bir ifadeyle, 100 eserin ücretsiz olarak dağıtılmayacağını söylediğine ve ailelerin çoğu diğer eğitim harcamalarına bile ekonomik olarak yetişemediği için bu eserleri satın alamayacağına göre, eserlerin bir kütüphane tarafından öğrencilere sunulması gerekiyor. Bu noktada, ülkemizdeki halk kütüphanelerin birçok yönden içinde bulundukları içler acısı durum dikkate alındığında ve gelişmiş dünyada başlı başına bir kütüphane türü olduğu düşünüldüğünde okul kütüphaneleri ilk ve tek adres olarak ortaya çıkmaktadır. Peki okullarımızdaki kütüphaneler bu önemli işlevi yerine getirebilecek durumda mı? Hayır. Mekan olarak bile öylesine yetersizlik durumu söz konusu ki, Bakanlık genelgesinde 'okul kütüphanelerinin öğrencilerin severek, isteyerek, kendiliklerinden gelebilecekleri sıcak bir ortama kavuşturulması' şeklinde bir ifade yer almakta.

    Acaba kaç öğrenci velîsi sormuştur okul yöneticilerine: Okulda bir kütüphane var mı? Peki Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü mezunu bir uzman kütüphanecisi? Koleksiyonundaki kitap, dergi ve görsel-işitsel materyali güncel ve yeterli midir, İnternet bağlantılı bilgisayarları mevcut mu? Bu soruların belki birkaç istisna dışında sorulmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz.

    Milli Eğitim Bakanı tarafından heyecanla açıklanan yeni müfredat ve özellikle 100 Eser Projesi bu durumu ne oranda değiştirecek, hep birlikte göreceğiz? Umarız ki, olumlu sonuçlar alınsın!

  • DR. EROL YILMAZ / KÜTÜPHANECİ



  • 4 Ekim 2004
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED