T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Z A M A N D A Y O L C U L U K | 19 ARALIK 2005 PAZARTESİ | ||
|
8 Nisan 1999, Kosova-Makedonya sınırındaki mülteci kampı... Bizden umutsuzca yardım isteyen Müslümanların birinden ayrılıp diğerine koşuyoruz. Ama ne yazık ki onbinlerce çığlığa aynı anda yetişmemiz imkânsız... Bu yazıyı yazma düşüncesini bana, birkaç gün önce gazetelerde gördüğüm bir haberin başlığı verdi. O başlıkta aynen şöyle diyordu: "Kosova'nın ilk Türkçe televizyonu test yayınına başladı." Yıl 2005 ve Kosova'da bir Türk televizyonu; adı da "Yeni Dönem"... Haberden öğrenebildiğim kadarıyla bölgede zaten bir Türk radyosu varmış; şimdi de aynı medya grubu bir televizyon kurmuş ve bu televizyon gelecek aydan itibaren düzenli yayına geçecekmiş. Faşizmin, bir ülkeyi ne denli iddialı bir şekilde kuşatırsa kuşatsın, sonunda dünyanın her köşesinde mutlak surette yenilmeye mahkûm bir ideoloji olduğunu bundan daha iyi ne anlatabilir ki... Her zaman alabildiğine yüklü olan magazin gündemimizden kendisine zorlukla yer bulabilmiş bu küçücük haber, beni bir anda alıp günümüzden 6 yıl öncesine götürdü.
YARIM KALAN BİR HESAP Mart 1999... Slobodan Miloseviç'in emriyle hareket eden Sırp milis kuvvetleri, Bosna İç Savaşı'ndan sonra ikinci kez sahneye çıkmış ve bu kez Kosova'da bir etnik temizlik başlatmış durumda... Bütün dünya gibi Türkiye de Türk ve Arnavut asıllı Müslümanların ağırlıkta olduğu bu bölgedeki gelişmeleri endişeyle izliyor. Kosova, Sırplar için hiç tükenmeyen bir tarihî kinin odak noktası; çünkü Sırp ordusu 1389'da Osmanlılar'a burada esaslı bir şekilde yenilmiş ve bölgedeki İslâm egemenliği de bu yenilgiyle başlamıştı. Bu tarihî dönemeçten tam 600 yıl sonra, 1989'da onbinlerce Sırp faşistini aynı yerdeki bir açıkhava mitinginde biraraya getiren Miloseviç, onlara şu ibretlik çağrıyı yapıyordu: "İslâm vebası ülkemize tam buradan yayıldı. Ve biz Sırp vatanseverleri onu yine aynı yerden başlayarak yurdumuzdan kazıyacağız." Bosna İç Savaşı'nı işte bu sözler başlatmıştı. Her ne kadar 1995 yılında imzalanan Dayton Barış Antlaşması'yla Birleşik Yugoslavya tarih olup herkes payına düşeni aldığında sular artık durulmuş gibi gözükse de Sırplar için bu derin hesaplaşma henüz bitmemişti. Çünkü Kosova hâlâ Müslümanların çoğunlukta olduğu bir bölgeydi ve burası Dayton imzalanırken akıl almaz bir biçimde Sırbistan toprakları içinde bırakılmıştı. Nitekim, geleceği biraz olsun görebilen herkesin beklediği facia en sonunda kapıya dayandı ve 1999 yılı başlarında Miloseviç'in emriyle etnik temizliğin ikinci raundu başlatıldı. İlk savaştaki etnik temizlik operasyonlarının orkestra şefi General Ratko Mladiç iken, bu kez vitrine çıkarılan tetikçi ise daha önce Bosna İç Savaşı'nda da pek çok yararlılıkları görülen "Arkan" lakaplı ünlü milis şefi Zeljko Raznatoviç'ti. Bu bebek yüzlü katil, emrindeki binlerce silahlı adamla, sözde hukuk düzeninin yürürlükte olduğu bir ülkede, başta Prizren olmak üzere Kosova'nın her köşesini yalnızca birkaç hafta içinde kan gölüne çevirdi. Bölgede yaşayan yarım milyon Müslüman, bütün mal varlıklarını geride bırakıp yanlarına en fazla birer çanta almayı başararak güney komşuları Makedonya ve Arnavutluk'a doğru kaçmaya başladılar. Nisan ayının ilk haftasına gelindiğinde, her iki ülkenin sınır boyları yüzbinlerce Müslümanın açlık ve hastalıkla boğuştuğu doğal bir mülteci kampına dönüşmüştü. Arnavutlar, Kosova'daki halkla etnik yakınlıklarından dolayı mülteciler için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. Ancak, Müslümanlara yaklaşımlarında Sırplardan pek de farkları olmadığını sonradan kişisel gözlemlerimle çok daha iyi kavradığım Makedonlar, kuzeyden gelen bu davetsiz konuklara ilk anda hiç de konuksever davranmadılar. Buna karşılık, dünyanın her geçen gün artan baskısı nedeniyle sınırlar bir süre sonra istemeye istemeye açıldı ve herşeyini bir anda yitirmiş durumdaki bu kitle, bölgede oluşturulan çadır kentlerde toplanmaya başlandı. Ve ben, savaşın henüz ikinci haftasında, o sırada görev yaptığım bir televizyon haber programı adına, bir kaç ekip arkadaşımla birlikte Makedonya yollarına düştüm. Kapıkule'den başlayıp Bulgaristan üzerinden devam eden yaklaşık 15 saatlik bir yolculuğun ardından, ertesi gün Makedonya sınır kapısındaydık. Anne tarafından bir Üsküplü olarak, ata topraklarına ayak bastığım o ilk anlarda kalbimin hiç de beklendiği gibi romantik duygularla dolup taştığı söylenemez. O tarihlerde henüz "devlet" olmanın çok uzağında görünen Makedonya'da, pasaport ve bagajlarımızı kontrol ederken fosur fosur sigara içen, bu sırada da sürekli fırça atıp duran Makedon sınır görevlileriyle, neredeyse her teknik ekipman için ayrı ayrı kavga ettikten sonra güç bela ülkeye girmeyi başardık. Yaklaşık bir saat daha yol katettikten sonra da mültecilerin âdeta karınca yuvasını andırır biçimde daracık bir alanda kaynaşıp durdukları Kosova-Makedonya sınırındaydık. 'DEVLET'İN YOKSA, BİR HİÇSİN! Yaşadığı sisteme ilişkin -haklı ya da haksız- şikayetleri olan her muhalif, "devlet" denilen mekanizmaya hayatı boyunca en az birkaç kez vermiş veriştirmiştir. Bu tür öfke nöbetlerine gençlik yıllarımda benim de pek çok kez girmişliğim vardır doğal olarak... Ancak, insanların -iyi ya da kötü- bir "devlet"e sahip olmamalarının ne anlama geldiğini, hayatım boyunca ilk kez o gün orada, Makedonya-Kosova sınırında bizzat yaşayarak öğrendim. Sırbistan uyruğuna mensup Kosovalı Müslümanlar, o tarihe dek vergi verdikleri, askerlik yaptıkları, kurdukları iş yerleri ve iş güçleriyle destek oldukları bu faşist devlet tarafından bir gün içinde yok sayılmışlar, bizzat devletin silahlı güçleri eliyle de kıyımdan geçirilmeye başlanmışlardı. Evi, tarlası ya firması olanın tapusu, bankada parası olanın banka cüzdanı, memur olanın memuriyet kimliği düpedüz yok sayılıyordu. Düşünün ki eviniz, işyeriniz bir takım silahlı haydutlarca basılıyor ve siz de doğal olarak devletinizin polisini arıyorsunuz. Telefona çıkan -maaşını vergilerinizin ödediği- Sırp polis ise size "Geber Müslüman! Ne hâlin varsa gör" diyor ve telefonu yüzünüze kapatıyor. Taşınmazlar bir yana, taşınabilir mallarınızı yanınıza almaya dahi hakkınız yok, yiyecek-içeceğiniz yok, silahınız yok, dahası çevrede hayatta kalmanızı isteyen bir tek Allah'ın kulu da yok.
En az elli bin Müslüman mülteci Makedonya sınırından yüz metre kadar içerideki engebeli bir arazide balık istifi gibi yığılıp kalmıştı. Makedonya makamlarının "Bizim bunları doyurmaya gücümüz yok" şeklindeki açıklaması üzerine NATO birlikleri duruma el koymuş ve bölgede alelacele bir çadır kent oluşturulmuştu. Ancak, burada mültecilere sunulan insanî yardım, olması gerekenin belki de onda biri düzeyindeydi. Kampa adım attığımız ilk andan itibaren, dünyanın dört bir yanından gelmiş gazetecilerle birlikte akıl almaz bir insanlık dramının içinde yüzmeye başladık. Darmadağın olmuş aileler, bütün hayatı boyunca uğruna emek verdiği her ne varsa hepsini Sırp haydutlarına terk edip gelmiş çaresiz babalar, çocuklarını o hengamede kaybetmiş feryat figan ağlaşan anneler, sahipsiz kalmış yaşlılar... Konuştuğumuz bütün insanlar yaşadıkları bölgenin ansızın milislerce kuşatıldığından ve evlerinden yaka paça dışarı atıldıklarından söz ediyordu. Ve istisnasız hepsinin ağzında o kana bulanmış isim vardı: "Arkan"...
Bu cinnet atmosferinde toplam 72 saat geçirdim. Her saniyesi insanın boğazına acı ve çaresizliği düğüm düğüm dizen, bütün teselli edici cümlelerin anlamını yitirdiği bir 72 saat... Daha önce pek çok savaş filmi izlemiştim; ancak gerçek bir savaşın tanığı olmak, filmlerin o kurmaca dünyasının çok ötesinde, allak bullak edici bir deneyimdi. Kampta tanık olunan insanlık dışı manzaralar, her milliyetten medya mensuplarını derinden etkiliyordu elbette; ancak biz Türklerin tepkileri doğal olarak diğerlerinden çok daha sertti. Hepimiz burnumuzdan soluyorduk; çünkü neredeyse karşımıza çıkan her mülteci bir İstanbullu kadar düzgün Türkçeyle konuşuyor ve Balkanlar'da aslında ne denli köklü bir kültür mirasımız olduğu gerçeğini yüzümüze âdeta birer şamar gibi vuruyordu. Bu insanlar, biz onları çoktandır unutmuş olsak da oradaydılar ve "bizim insanlarımız"dı. "EN KALLEŞ DÜŞMAN" Sınırdan çıplak gözle bile birkaç yüz metre ötedeki Müslüman köylerini rahatlıkla görebiliyorduk. Tamamı boşaltılmıştı. Dahası, bu köylerdeki camilerin minarelerine Arkan'a bağlı keskin nişancılar yerleştirilmiş ve bunlar da Makedonya sınırındaki kalabalığa doğru zevk için rasgele ateş ediyordu. Ayak üstü konuştuğum bir Amerikalı gazeteci, "Bu benim görev aldığım altıncı savaş" dedi, "Ama hayatımda Sırplar kadar kalleş bir savaşçı grubu görmedim. Ne hasta dinliyorlar, ne yaralı, ne de basın mensubu. Hedef ayırdetmeksizin, sırf zevk için üzerimize ateş edip duruyorlar. Aynı şeyleri Bosna'da da yapmışlardı. Geçen hafta sınırı geçen bir İngiliz muhabirini öldürdüler. Karşı tarafa cesedini almak için bile geçemiyoruz." Talihsiz adamın cesedi gerçekten de sınırın biraz uzağında yerde yatıyordu. Bir yandan bu boğucu deneyimi yaşarken, öte yandan da parçalanan Yugoslavya'nın türettiği yeni ülkelerden biri durumundaki Makedonya'nın, aslında Sırbistan'ın ırkçılık anlamında en fazla bir kademe daha yumuşak bir kopyası olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Öyle ki kampın korumasıyla görevli olan Makedon askerler, Türk basın mensuplarına karşı, onlarla birer haber fotoğrafı dahi çektirmeye yanaşmayacak kadar nefret doluydular. NATO'nun baskısıyla karşı durmak zorunda kaldıkları kuzey komşularıyla dinî açıdan aslında hiçbir farklılıkları yoktu. Aradaki ırkî farklılık ise teferruat düzeyindeydi. Ortodoks Makedonların bu soğuk tavırları hakkında Üsküp caddelerinde diğer gazetecilerle konuşurken dayanamayıp burnumuzun dibine kadar yanaşan Türk ve Müslüman bir taksi şoförü, "Aman ha kardeşler" diye fısıldadı, "Güvenlik görevlilerinin yakınlarında öyle fazlaca sitem etmeyin; bunların çoğu gayet iyi Türkçe bilir, ama hiç konuşmazlar. Başınız derde girer sonra!" Taksi şoförünün bu dostça uyarısıdan sonra durumun vahametini daha da iyi anlayacaktım. Bırakın 6 yıl öncesini, Makedonya'nın bugünkü idarî yapılanmasını bile biraz yakından incelediğinizde, anlatmaya çalıştığım meseleyi çok daha iyi kavrayabilirsiniz. Toplam nüfusu üç milyon dolayında olan bu küçük ülkede, nüfusun yaklaşık yarısını Türk ve Arnavut asıllı Müslümanlar oluşturuyor. Ama başta hükümet olmak üzere, ülkenin siyasal hayatında bu kitlenin varlığı "mahalle muhtarlığı"ndan daha ötelerde değil... ARKAN'IN TEMİZLENİŞİ
"Ölüm Tarlaları"na yaptığım kahredici ziyaretten çok kısa bir süre sonra NATO birlikleri duruma müdahale etti ve Sırpların -aralarında başkent Belgrad'ın da bulunduğu- bazı stratejik merkezleri bu iğrenç etnik temizlik operasyonuna son verilmesi için uyarı mahiyetinde birkaç kez bombalandı. Bombardımana katılan uçaklar arasında Türk F-16'larının da bulunduğunu hepiniz hatırlarsınız sanırım. Miloseviç'in Türklere dersini verme yönündeki hayâli bir kez daha direkten dönerken, ülkedeki faşist yönetim de NATO karşısında teslim bayrağını çekiyordu. Ve kampta tanık olduğum o manzaralardan yalnızca dokuz ay sonra, 15 Ocak 2000 sabahı.... Dünyanın bütün vicdan sahibi insanları gibi ben de güne harika bir haberle başladım. Arkan, o sabah erken saatlerde, sahibi olduğu Belgrad Intercontinental Oteli'nin lobisinde, kimlikleri belirsiz bir grup kar maskeli profesyonel suikastçi tarafından kevgire çevrilerek öldürülmüştü. Bütün yerli ve yabancı televizyonlar olayı "flaş haber" olarak verdiler. Böylesine profesyonel bir katile hiç de yakışmayan, son derece sağlam bir pusuydu bu. Her hâllerinden çok sıkı hazırlandıkları belli olan suikast mangası saniyeler içinde lobiyi kuşatmış ve yalnız Arkan'ı değil, çevrede elini silahına uzatan ne kadar muhafız varsa hepsini temizlemişti. Tek kelimeyle kusursuz bir intikamdı. Kimilerine göre işin ardında Arnavut ya da Boşnak gönüllü timleri, kimilerine göre onu artık rakibi olarak gören Miloseviç, kimilerine göre de bu adamın kontrolsüz davranışlarından bıkmış olan CIA vardı. Sonuç itibarıyla kimin yaptığının da aslında hiçbir önemi yoktu. Önemli olan Bosna ve Kosova'daki on yıllık hesabın kapatılmış olmasıydı. O gün hiç kimsecikler bilmedi, ama ben şu zalim hayatta bazen "mutlu son"lar da yaşanabileceğine tanık olmanın coşkusuyla, kendi kendime son derece keyifli bir gün geçirdim. Buz gibi bir kış günü olmasına rağmen işe gitmeyip İstanbul caddelerinde aylak aylak gezdim, kendime fazladan birşeyler ısmarladım ve bu pisliğin ellerinde son nefesini vermiş olan Müslüman yavruların ruhuna dua ettim. "İŞGAL" SAPLANTISIYLA UYANMAK... Bugün, Prizren'de pek çok ülke gibi Türkiye'nin de bir askerî birliği var: Türk Tabur Görev Kuvvet Komutanlığı. Ve onların bölge halkının nazarındaki yeri bambaşka... Her adım attıkları noktada da diğer ülkelerin askerî birliklerini kıskandıran bir sevgi ve saygıyla karşılanıyorlar. Kosova kıyımına tanık olduğum o ilkbahar günlerınden bu yana, aklıma zaman zaman kâbus gibi bir düşünce takılıp kalır. Bir sabah, duyduğum gürültülerle evimin penceresini aralayıp caddeye baktığımda, yollarda düşman bir ülkenin askerlerini komşularımı dipçiklerken, karşı koyanları da kurşuna dizerken görsem acaba neler hissederim? Bir baba olarak karımı, çocuklarımı ve diğer sevdiklerimi koruma güdüsüyle evimde sinip dediklerini mi yaparım, yoksa bir anda herşeyi boşverip işgalcilerden indirebildiğim kadarını indirmeye mi uğraşırım? İnsanın aklını başından alan bir ikilem bu... Bu korkum, geçen yıl "Metal Fırtına" adlı romanı okuduğumda da bir kez daha bilinç üstüne çıkmıştı. Sokaklarda kadınlarımıza tacizde bulunan Johnny'ler ve bu manzara karşısında aklını yitirmek üzere olan Türkler... Sanırım, hayatta bizim gibi bir millet için bundan daha ağır bir sınav, yürekler için bundan daha büyük bir acı olamaz. Bütün eksikliklerine ve aksaklıklarına karşın, iyi ki varsın Türkiye Cumhuriyeti... Allah seni başımızdan hiç eksik etmesin! Ve tabiî bu arada, senin de ilk televizyon kanalın hayırlara vesile olsun sevgili Kosova...
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |