AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
BİZ BU PARODİYE GÜLEMEMİŞTİK!..

Türk siyasetinde bu pejoratif/gülünç canlandırmaların, siyaseti çekirdeksizleştirmeyi amaçlayan söylemin kurucu aktörlerinden biridir sayın Demirel! Köy meydanında öyküler anlatan meddahın sorgulanmaz masumluğuna, bileğinin hakkıyla üniversiteden mezun taşralı parlak bir mühendisin hevesle beklenen inandırıcılığına sahip oldu hep! Şivesiyle geçmişini sermaye yaptı, şapkasıyla şehrin sermayesine selam yolladı!

Bütün politik yaşamı boyunca muğlak söylemiyle bizi şaşırtan 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, geçtiğimiz günlerde yapılan MGK toplantısına ilişkin değerlendirmesiyle formunu kaybetmediğini bir kez daha gösterdi. Gözcü gazetesinden Kurtul Altuğ'a yaptığı açıklamada MGK'nın yayınladığı bildiriyi bir "uyarı"olarak nitelendirerek şöyle konuşmuş; "28 Şubat'ın zarifi, kibarcası.. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. Anlaşılıyor ki MGK hala diri... Kim çıkardı bu Kürt Sorununu? Siz yüzyıllarca beraber yaşamış insanları ayırır, Kürt sorunu diye tanımlama yaparsanız, o zaman birileri de çıkar; 'biz de varız' der." Demirel, Başbakan Erdoğan'ın Diyarbakır'da yaptığı konuşmayı kastederek; "Yanlış yaptılar. Ben de bu yüzden konuşuyorum. Çünkü benim bu memleket için üst düzeyde görevim var" demekten de geri durmuyor. Avrupa Birliği yolundaki reformların getirdiği bir yol ayrımıydı Kürt Sorunu.. Bugün gelinen süreçte bu kronikleşmeye yüz tutan problemin adının ne konacağı tartışması artık geçersiz kalmaktaydı. Zaten sayın Demirel'in kendisi de DYP-SHP koalisyonunun Başbakanı olarak bu olguyla yüzleştiğini kamuoyuna deklare etmiş ve "Kürt Realitesini tanıyoruz!" ifadesini kullanmıştı. Bu olgu etimolojik bir değerlendirme sorunu olmaktan çok uzakta durmaktadır artık. Sayın Demirel'in kavramsallaştırmaya dönük(!) bu çıkışında herhalde güzel Türkçe'ye duyulan özlemden ya da dilbilgisi sevgisinden öteye anlamlar aramak yararlı olsa gerek!

Mazideki demokrat!

Almanya'nın eski Cumhurbaşkanlarından Weizsacker, bir röportajında siyasetçileri tanımlarken "Bizde" demiş;"meslekten siyasetçi genellikle ne bir uzman, ne de acemi bir heveskardır; bizde siyasetçi özel bilgi alanı siyasal rakipleriyle mücadele etmek olan bir genellemecidir."

Bu tanımlama aslında bize de pek yabancı sayılmaz. Siyaset esnaflığının nirengi noktası rakibi tamamen yok etmek değildir aslında.. Daha güçlü bir alternatif çıkma riski göze alınamadığından dolayı karşıtlarını itibardan düşürmek ve öylece oyunu sürdürmelerine izin vermek daha akılcı gelir. Bunun için de yok edici değil, küçültücü yanı daha ağır basan bir retorik daha çok işe yarayacaktır. Türk siyasetinde bu pejoratif/gülünç canlandırmaların, siyaseti çekirdeksizleştirmeyi amaçlayan söylemin kurucu aktörlerinden biridir sayın Demirel! Köy meydanında öyküler anlatan meddahın sorgulanmaz masumluğuna, bileğinin hakkıyla üniversiteden mezun taşralı parlak bir mühendisin hevesle beklenen inandırıcılığına sahip oldu hep! Şivesiyle geçmişini sermaye yaptı, şapkasıyla şehrin sermayesine selam yolladı!

Daha etkileyici ve yaralayıcı bulduğu parodisel ve genellemeci üslubu kendine yakın buldu. Cevap peşinde değildir kuşkusuz, muhatabın kanıtlarını değil, şaşkınlıklarını teşhir etmekten keyif alır. Sayın Demirel demagog liderler soyunun çağdaş bir temsilcisi olarak rakiplerini de omurgasızlaştırmaya yönelik hırsıyla ayakta kaldı. Yani hep yaşam enerjisini tazelediği bir antogonizmayla/hasımlaştırmayla kendini kurguladı.

Demirel ve 28 Şubat

28 Şubat postmodern darbe olarak literatüre girdiğinden dolayı üç darbenin muhatabı/mağduru(!) oldu denebilir. Türk siyasetinin kırk yılında iniş çıkışlarla o vardı. Söyleminin vazgeçilmez motifini "demokratlığı"olarak tanımladı. Cüneyt Arcayürek'in kaleme aldığı Demokrasi Dur adlı kitapta, asker/siyaset ilişkisi bağlamında şunları söylüyor; "Gayet açıklıkla söylüyorum, hangi sebeble olursa olsun, askeri siyasete sokmak kadar Türkiye'ye yapılabilecek bir kötülük tasavvur edemem". Demirel bununla da yetinmiyor ve "Nasıl çıkacağı önemli!" sorusunu bir öngörüyle cevaplıyor; "Asker siyasetten çıkacak. Yavaş yavaş çıkacak. Bir gün gelip çıkacak. Yalnız bundan sonra girmemesi lazım. Çıkmasıyla bitmiyor ki iş!..." Sayın Demirel, 28 Şubat sürecinin ortasındayken kendine hep bir yer aramış ve bulmuştu."28 Şubatın başı benim! "demişti gazetecilere... Buradaki ana fikri bulunuz diye sormak abesle iştigaldir!Her zamanki gibi kendisini sıfır noktasına çekmeyi başardı.

'Birbilen' Demirel!..

Hem içindeydi, hem dışındaydı yani hem demokrat hem de ötekiydi! Hem hepsi oldu hem de hiçbiri! Türkiye'nin en uzun yüzyılının adı aslında Demirel oldu. Bugün Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Türkiye'nin çağdaşlaşma yolundaki yani AB sürecindeki kararlılığını ve sivilleşmesinin gerekliliğini açıklamalarıyla pekiştiriyor.Yılların demokrasi havarisi Demirel ise "28 Şubatın zarifi" diyererek felaket kehanetinde bulunuyor. 1980 darbesinden sonra siyaseten yasaklı olduğu için "Bir Bilen" namıyla kamuoyunu aydınlatan Sayın Demirel bugün de konuşuyor; çünkü kendi deyimiyle"memleket için benim üst düzeyde görevim var" diyerek hayatımızdan hiç çıkmayabileceğinin sinyallerini veriyor.

Bir yandan demokratlık, bir yandan AB karşıtı "ulusalcı"koalisyonun etkinliklerine telgraflarla/söyleşilerle yapılan katkılar devam ediyor. Sivilleşme sonrası yapılan bir MGK toplantısından muhtıra yorumu nasıl çıkarılır? Belki de ısmarlama bir kriz gerçekleşir ve kurtarıcımız tekrar göreve çağrılır. Türkiye'nin AB sürecini baltalamak pahasına "zarif bir muhtıraya" duyulan özlemin gerekçesi ne olabilir? Ailesine karşı yapılan operasyonlara cevap olarak "geri dönebilirim!" kozu mu kullanılıyor?

Çankaya'da hayalet mi var?

Demirel demagog liderler soyunun çağdaş bir temsilcisi olarak rakiplerini omurgasızlaştırmaya yönelik hırsıyla ayakta kaldı. Yani hep yaşam enerjisini tazelediği bir antogonizmayla/ hasımlaştırmayla kendini kurguladı. Sayın Demirel ve kuşağı kısır çatışmaları, uzlaşmaz kimlikleriyle geçmişimizi işgal ettiler. Geleceğimizi de esir almak istiyorlar mı bilinmez! Bugün kışkırtıcı söz oyunlarının, tozlu atasözlerinin artık yerel kaldığı küresel bir siyaset dünyasında yaşıyoruz. Aktörler değişmiştir, tarih de değişmelidir. Siyasetin üzerinde hala Demirel'in hayaletinin dolaşıyor olması ürkütücüdür. Tarihteki tüm "iktidar" alanlarını ve "cezalandırma "yöntemlerini bilginin arkeolojisi yoluyla çözümleyen Michael Foucoult, bir örnek yapı olarak hapishanelere odaklanır. Hapishanelerin cezalandırıcı tarafı sürekli "gözetlenmeleri", hatta daha doğrusu mahkumların gözetleniyor olmalarının farkında oluşları ama nasıl olduğunu bilmeyişleridir. Sayın Demirel ve kuşağı da polemikleri, hırsları ve evhamlarıyla bize en büyük cezayı vermeye devam ediyorlar. Bir hayalet/karabasan gibi gözleri üzerimizde ama biz bunu nasıl/neden yaptıklarını bilemiyoruz. Belki de bir kurtarıcı olarak "üst düzeyde görevlerine "geri dönmek ya da en azından belirleyici /söz sahibi olmak istiyorlar. Bazı Hristiyanlar, kurtarıcı olarak gelecek olan Mesihin, Zeytindağı'na ineceğine inanırlar. Yahudilerin bir kısmı ise Kurtarıcının Sion tepesine geleceğini düşünür. Demek ki kurtarıcılar dönüş için hep bir zirve, belki de hep bir tepe arayışındalar diye inanılmış. Kendim için soruyorsam namerdim ama, meraklanmıyor da değilim! Bizim Mesihimizin dönüşü de (her kimse!) Çankaya tepesine mi olacak dersiniz? Var mı bunun başka izah tarzı!

Aktörler değişti, tarih de değişmeli

Bugün kışkırtıcı söz oyunlarının, tozlu atasözlerinin artık yerel kaldığı küresel bir siyaset dünyasında yaşıyoruz. Aktörler değişmiştir, tarih de değişmelidir. Siyasetin üzerinde hala Demirel'in hayaletinin dolaşıyor olması ürkütücüdür.

  • ORHAN OĞUZ GÜRBÜZ

  • ÖZE DÖNÜŞ GEREKLİ
    İnsan nefsinde başlayan Allah-Şeytan savaşımıyla birlikte; dönüş-dönüştürme hareketinin de başladığını müşahade etmekteyiz. Şeytan ve dostları bu dönüşümü; ortaya koydukları değer yargılarını, hayata bakış açılarını sosyalleştirmek suretiyle fıtrat üzerinde otorite kurup gerçekleştirmek isterken beşeriyete "öze dönüş" budur idrakiyle yapmaktadır. Beşeri felsefeler esasen; öze dönüşün temeli olarak göklerin otoritesini Rabbe, yeryüzünün otoritesini de beşere has kılmaktadır. Öze dönüşten kastımız; beşerin yaradılış gerçeklerine uygun, mutmain olarak rabbine dönmesi ondan razı olmasıdır. Bu mutmainliği vahyin dışında ne sağlayabilir ki? Böylesi bir şey mümkün mü? Realitedeki bu sözde rab adına ortaya konulan beşeri temayüller bu mutmainliği sağlayabildi mi? Yoksa "Din toplumların afyonudur" diyen güruhun sözlerini mi doğruladı?

    Öze dönüş; özü, esası yaşamaktır. Tarihin hangi diliminde olursa olsun onu bulup, çağa zamana hakim kılmaktır. İddia etmek değil, ispat etmektir. İspat edilmeyen iddialar, afakidir. Ne ferdi nede toplumları dinamizme edebilir. Öze dönüşün temel dinamikleri evrensel istikbar güçlerince yeterince bilinmektedir. İstikbar ne yaptığının bilincindedir. Aceleci de değildir. Öyle ki günümüzde müslüman halklar üzerinde estirilen fırtınalar, işgaller aslında yıllar öncelerinin çizilen, şekillendirilen projeleri olup tedric ve tertil süreci işletilerek adım adım uygulana gelen sinsi projelerdir. Küresel zulüm sistemleri bilinçli hareket etmektedir. Toplumlara yapılan çağrı hep aynıdır. Sözde özden uzaklaşan halk yığınlarını öze çağırmaktadırlar. Sözde halklar muasır medeniyetler seviyesine çıkartılacaktır.

    Ama hangi medeniyet? Beşeriyeti kula kulluktan kurtarıp, tek olan, eşi benzeri ortağı olmayan Alemlerin Rabbi olan Allah'a kulluğa çağırmayan bir medeniyet, medeniyet olabilir mi? Yine kavmi, ırki örtülerden sıyrılamayan, milliyetim inancımdır diyemeyen fertler, toplumlar medeni olabilir mi? İşte öze dönüş hareketi tüm bu v.b cahili örtülerden sıyrılışla başlar, devam eder, hedefe doğru ilerler. Şeytan aleyyillanenin rabbimizden mühlet isteyip yol üzerinde durması bilincin ifadesidir. Öyle bir bilinç ki; beşer fıtratını ablukaya almakta ona dört bir yandan sarmakta, kuşatma altına almaktadır. Öze dönüş sürecinde fıtrat önünden, arkasından, sağından ve solundan muhasara altına alınmakta adeta ayakta durabilmesi için gerekli olan rabbani değerlerle bağı kesilmektedir. Hemen hiçbir şey plansız, programsız değildir. Plansızlık, programsızlık belki de hazindir ki Müslümanlara has tavırlar olmuştur!...

    Beşeri felsefeler kendi öze dönüştürme hareketlerini planlı-programlı icra ederken, ümmetin önüne konulan farklı öze dönüş algılamaları, yol ve yöntem farklılıkları rahmet olarak telakki edilmektedir. Elbette ümmetin ihtilafı rahmettir. Ama öze dönüşten ortaya çıkan farklı anlam ve eylemler rahmet gösterilebilir mi? Öze dönüşü nefis tezkiyesi adı altında telakki edip, münzevi bir tarz sunan düşünce öze dönüşün neresindedir? Vahyin özü inkilabilik iken, islahati düşünceler kimlerin ekmeğine yağ sürmektedir? Ümmetin kucağında duran bir yığın yol, yöntem öze dönüş için yeterli mi? Tüm bunlar vahyin gölgesinde sorgulanmalı, Resule bakmalı, onu anlamalıyız ki öze dönüş başlayabilsin.

    Öz olan arı, temiz olandır. Katıksız, ilavesiz, orijinal olandır. Öze dönüşte asrı saadeti çağa taşımaktır. O toplumu cahiliyenin karanlığından, vahyin aydınlığına çıkaran değerler yaşanılan zamana taşınmalı, fıtrat bunları kuşanmalıdır. Unutmamalı ki o toplumu dirilten değerler, bizim kucağımızdaki dayatılan değerler değildir. Resul (as) ve ashabının ferdi ve toplumsal duruşlarının temel dinamikleri vahyin gölgesinde irdelenmeli, vahyin evrenselliği zamana tanık tutulmalıdır. Öze dönüşte her halimizi, açmazımızı vahye götürmeli onu konuşturmalı, vahyi hayata taşımalıyız. Örnek Kur'an neslini, Kur'an toplumunu tarihin tozlu kalmış sayfalarından çıkarıp; tekrar diriltmeliyiz. Vahiy bizi tekrar diriltecektir. Adeta üzerine ölü toprağı serpilmişcesine duran muvahhid gönülleri tekrar diriltircesine..

  • MÜKERREM BULUT



  • 12 Eylül 2005
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu
    Online İlan

    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi
    Dünya
    | Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon
    Sağlık
    | Arşiv | Bilişim | Dizi
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED