AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Kamu yönetiminde değişim çabaları

Türk kamu yönetiminde 20'nci yüzyıl boyunca gerçekleştirilen, ağırlıklı olarak birbirlerinin tekrarı olan ve sorunlara yüzeysel öneriler getirmekten öteye gidemeyen reform girişimlerinin; kamu yönetiminde değişim gereğinin mahiyetini ve değişimi doğuran şartları yeterince algılayamadıkları anlaşılmaktadır.

Türkiye'de ekonomik ve siyasi alanlarda yaşanan krizlerin, siyaset ve bürokrasi arasındaki temel çelişkilerin sadece kendi alanlarındaki sorun ve yetersizliklerden kaynaklanmadıkları; genel anlamda kamu yönetimindeki değişim gereğinin yeterince algılanmamasından ve yeni şartlara ayak uydurulamamasından ileri geldiği bilinmektedir. Geçmişten bugüne izlenen değişim seyrinin daha iyi anlaşılabilmesi için, kamu yönetiminde yeniden yapılanma gereğini ortaya çıkaran yönetim düşüncesi ve yapısındaki yetersizlikler, aşırı büyüme ve merkezileşme, kamu mali yönetiminde kriz ve borç yönetimi, kamu personel rejiminin krizi, kamu denetim sisteminin etkisizleşmesi, israf ve yolsuzlukların artması gibi temel problemlerin belirlenerek bunların değişimin kapsamını ve boyutlarını ne derecede etkilediklerinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Kamu Yönetimi Sistemi ve Reform Girişimlerinin Niteliği

Türkiye'de kamu yönetimi sisteminden söz edildiğinde, aklımıza hemen hemen yalnızca kamu bürokrasisi; dolayısıyla "yönetim cihazı" dediğimiz genel idarenin merkez ve taşra örgütüyle kendisini gösteren sistem gelmektedir. Oysa kamu yönetimi sistemi, yalnızca dar anlamda kamu bürokrasisinden ibaret olmayıp, bu mekanizmayı kuşatan siyasal yapıyı ve yargı sistemini de kapsamaktadır. Türk kamu yönetimi, genel anlamda Türkiye'deki toplumsal ve siyasal sistemin bir alt bölümü olduğuna göre; var olan toplumsal sorunlardan ve toplumsal hayata ilişkin değerler sisteminden etkilendiği gibi, ayrıca kamu düzeninin dış çerçevesini oluşturan Türk siyasal sisteminden kaynaklanan sorunların da etkisi altında bulunmaktadır.

Kamu yönetimi sistemini oluşturan mekanizmanın bu geniş ölçekli, karmaşık ve çok işlevli yapısına rağmen, gerek 20'nci yüzyıl boyunca ortalama on yılda bir yürütülen kamu yönetimi reformları; gerekse günümüzde sürdürülmekte olan kamu yönetiminde yeniden yapılanma girişimi yalnızca yürütme cihazı üzerine odaklanmış uygulamalar olarak dikkat çekmektedirler. Ancak, devletin yeniden tanımlanmasını ve görevlerinin belirlenmesini sağlamanın yanında, merkeziyetçi-bürokratik yapıdan uzaklaşmayı öngören hali hazırdaki girişim; en azından kavramsal düzeyde başlıca dayanaklarını hesap verebilirlik, açıklık, yerindelik, etkililik ve insan odaklılık gibi yeni yönetim zihniyetini şekillendiren temel küresel değerlerlerden almasıyla kendisinden önceki reform girişimlerinden esaslı bir biçimde ayrılmaktadır.

2003 yılı başından itibaren uygulamaya konulan kamu yönetimi reformunun hukuki metin biçiminde ifadesi olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu, TBMM tarafından kabul edilmiş, ancak veto edildiği için yasalaşamamıştır. Bu bakımdan reformun oluşturmak istediği yeni kamu yönetimi sisteminin ana çatısının kurulmasında önemli bir engelle karşılaştığı, bu çerçevede sürecin uygulama aşamasında sekteye uğradığı söylenebilir. Ancak, reformun hukuki çerçevesini oluşturan ana yasa metni henüz kabul edilmese bile; temel amaçları ve hedefleriyle bağlantılı ve Kamu Yönetimi Temel Kanunu'nun öngördüğü başlıca hizmet alanlarıyla ilgili düzenlemelerin adım adım gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır.

Tanzimat'tan Günümüze Yönetim Geleneği ve Sivil Toplumun Rolü

Günümüzde geçerli olan yönetim anlayışı ve buna göre oluşturulan kamu yönetimi sisteminin temel karakteri Tanzimat'la birlikte şekillenmeye başlamıştır. Sosyal ve ekonomik hayatta karşılaşılan sorunların toplumun tüm kesimlerinin katılımı ve ortak çabası ile ele alınması yerine, tepeden inme ve merkeziyetçi bir irade ile çözülmesine yönelik arayışların geçmişi bu döneme kadar uzanmaktadır. Tanzimat'la birlikte merkeziyetçi bir yapı kazanan Türk kamu yönetimi sistemi, bugüne kadar bu karakterini sürekli korumuş ve pekiştirmiştir.

Türk kamu yönetiminin gelişme süreci içinde 1980'lere gelininceye kadar, ekonomik ve toplumsal sorunların çözümünde sivil kesimin katkısı pek fazla dikkate alınmamıştır. 1980'lere gelindiğinde ise, artık kamu yönetimindeki sorunların çözümünde ve gelişen ihtiyaçların zorunlu kıldığı değişikliklerin gerçekleştirilmesinde mevcut devletçi ve merkeziyetçi paradigmaya dayalı olarak yapılan reformların yeterli olmayacağı anlaşılmıştır.

1980'lere kadar hem kamu yönetimi mekanizmasının şekillenmesinde, hem de zaman zaman ortaya konulan yeniden yapılanma ya da reform girişimlerinde geleneksel mekanizmanın etkileri hayli baskın bir biçimde kendisini göstermiştir. 80'li yıllar, önceki dönemlerin geleneksel yönetim paradigması açısından bir kırılma noktası niteliğini taşımaktadır. Geleneksel yeniden düzenleme anlayışı, Özal iktidarının girişim özgürlüğü ve ekonomik liberalizasyon alanında attığı adımlarla bu dönemde gerçekten radikal bir değişime uğramıştır. Bu değişim, aynı zamanda 1980'lerden önce "refah devleti" anlayışı olarak tarif ettiğimiz; kamu gücünün sosyal yapılarda tüm mekanizmaları kontrol ettiği, toplumun tüm beklentilerini karşılamaya soyunduğu her türlü alanda hami, gözetici, koruyucu, destekleyici roller üstlendiği "modern devlet" anlayışındaki dramatik çözülmeyi ifade etmektedir.

Dünyadaki iki kutuplu siyasal bloklaşmanın dağılmasına ve buna dayalı uluslararası siyasal dengenin bozulmasına neden olan global düşünce hareketlerinin bütün ülkeleri etkisi altına aldığı bir gerçektir. Türkiye'nin siyasal ve toplumsal açıdan değişime ve gelişmelere karşı içe dönük bir yapıya sahip olması, sürekli olarak dışarıya açılmasını ve yeniliklere uyum sağlamasını güçleştiren bir olgu olmuştur. Ekonomide ve dış ticarette izlenen liberalizasyon; uluslararası ilişkilerde ve siyasal alanda izlenen dışa açılma politikaları, mevcut durumu korumaya yönelik statükocu zihniyetin sürekli direnciyle karşılaştığı gibi; belli aralıklarla gündeme gelen ve döngüsel bir nitelik taşıyan müdahale ve geri çekilmelerle de engellenmektedir. Periyodik bir seyir izleyen müdahale döngüsü, siyasal ve yönetsel sistemin doğal gelişme süreci içinde giderilmesi güç kasılmalara ve daralmalara yol açmaktadır. Sivil alanda ve insan hak ve özgürlükleri üzerinde, mevcut siyasal-yönetsel yapıyı koruma amaçlı endişelerle sıkça tekrarlanan kısıtlayıcı uygulamalar ve sistemin olgunlaşma sürecini geciktiren bu tür kontrol mekanizmaları, Türkiye'de doğal gelişmenin ve ilerlemenin önünde sürekli bir set oluşturmaktadır.

Toplumsal ve siyasal gelişmenin sivil gerekliliklerle birlikte ilerlemesi kaçınılmaz olduğu gibi, reform ya da yeniden yapılanma çabalarının yalnızca bürokratik mekanizma eliyle sonuca ulaştırılması da mümkün gözükmemektedir. Yönetimin bir anlamda paylaşılmasını öngören ve günümüzün popüler kavramlarından birisi olan yönetişim, sivil dinamiklerin değişim sürecine katkı sağlamaları açısından önemli bir ağırlık taşımaktadır.

Sonuç

Günümüzdeki yeniden yapılanma hareketinin, esaslı bir zihniyet değişimi temeline dayanmayan, teorik arka planı bulunmayan ve çözüm arama çabası içinde oldukları sorunları doğuran kamu yönetimi sistemini veri olarak kabul eden geçmişteki yeniden düzenleme girişimleriyle karşılaştırıldığında önemli bir zihniyet dönüşümünü başlattığı söylenebilir. Bu kapsamda halkın, yeni yönetim zihniyetinin temelinde yer alan olguları kavramaya ve bunlara uygun davranış kalıpları geliştirmeye başlayarak değişim sürecine etkili bir biçimde katılma arayışına girdiğini görmekteyiz. Ancak şüphesiz, toplumsal ve siyasal yapının bir bütün halinde değişimini amaçlayan hedefler konulması, düzenlemeler getirilmesi ve bunların hayata geçirilmesi, her şeyden önce toplumsal dinamiklerin ve siyasal dengelerin elverdiği ölçüde gerçekleşme şansı bulabilir.

  • DR. ULVİ SARAN

  • KUR'AN KURSLARI ÜZERİNE
    Vahyin elçisi Hz.Peygamber Efendimiz'le bütünleşen Kur'an-ı Kerim sevgisi ve ona duyulan inanç ve saygı iyi bilinmelidir k, beşeri baskılarla kırılamaz ve ortadan kaldırılamaz.

    Kıyamete kadar geçerli olan son dinin kitabı olarak Allah'ın (c.c) Hz.Peygamber'e (s.a:v) vahyettiği Kur'an-ı Kerim, 14 asırdan beri tek bir harfi değiştirilmeden nesilden nesile kıraat edilerek günümüze gelmiştir. Bilinen ve anlaşılan o ki, insanlar için iki cihana ışık tutan ve saadet yolunu gösteren bu mübarek eser, güzel seslerle dillerde terennüm edilirken, kalplerdeki yüceliğini de hep koruyacaktır.

    Kur'an-ı Kerim, Müslüman olanlar ve olmayanlar tarafından dünyada pekçok dile çevrilmişse de, doğru olan Kur'an'ın aslını okumaktır. Keza, ibadet maksadıyla da tefsirini ya da mealini değil, yine doğru olan aslını okumaktır.

    Kur'an'ın aslını öğrenebilmek içinse Arapça bilmek gerekmiyor. Halk arasında "Kur'an alfabesi" denilen Arapça harfleri öğrendikten sonra, hece, kelime ve cümle teşkili ile öğrenmek mümkün, ama bu anlatıldığı kadar kolay değil tabii. Yanlış öğrenmek ve dolayısıyla yanlış okumak anlamını değiştireceğinden, bu durumda dinimize göre günah ya da haram sayılan bir fiil işlenmiş oluyor.

    İl ve ilçe merkezlerinde doğrudan Diyanet İşleri Bakanlığı'nca (İl ve ilçe müftülüklerince) açılan Kur'an Kursları'nın yanında, çeşitli cemiyetlerin tamamen ulvî maksatla açtıkları Kur'an Kursları'nda, hem Kur'an, hem de İslam dininin temel bilgileri uygulamalı bir biçimde kız ve erkek çocuklara, hatta meraklı erişkinlere öğretilmektedir. Bu kurslardan yetişen bazı gençler, Kur'an'ı tamamen ezberleyerek, hıfzetmek anlamında ayrıca "Hafız" unvanı alabiliyorlar. Kur'an kursları, Diyanet İşleri birimlerinden başka, kurslar kapsamında Milli Eğitim Bakanlığı'nca da denetleniyor. İl Milli Eğitim Müdürlükleri bünyesindeki ilköğretim müfettişleri, düzenli ve periyodik olarak bu kursların denetimini yapıyor. İstanbul Milli Eğitim Müdürü'yken, bu kursları doğrudan ben de denetledim. Gerek bu denetimlerimde, gerekse müfettişlere yaptırdığım denetimlerde, yasa dışı ve olumsuz hiçbir bulguya rastlayamadık. Ve hiçbir şikâyet de almadık.

    Kaçak Kur'an kursu olur mu?

    Kanuna aykırı olarak örgütlenen her kuruluş "kaçak" addedilir ancak, bugüne kadar Diyanet'in ve Milli Eğitim'in denetiminin dışında ve kanuni şartları taşımayan bir Kur'an Kursu'nun varlığını hiç duymadım. Maksat Kur'an'ı öğretmek ve öğrenmekse, bu neden gizli ve kaçak yapılsın ki? Diyanet İşleri Bakanlığı'nın belirlediği şartları taşımayan Kur'an Kursları eğer varsa, bunlar zaten ilgi görmemekte ve şikâyet halinde kapatılmaktadır. Keza, Milli Eğitim Bakanlığı'nın izini ile açılan ve denetlenen Özel Öğretim Kursları'ndan özellikle izinsiz faaliyet gösteren bazı kurs ve dershaneler görülmekteyse de, bunlar hem ilgi görmemekte, hem de belirlendikleri an kapatılmaktadırlar.

    Son günlerde, Türkiye'de sanki her teşekkülün nizami olduğu, sadece Kur'an Kursları nizamlara aykırı izinsiz, ruhsatsız ve kaçak çalışıyormuş gibi bir hava estirilmiş, TCK da yapılan bir düzenleme nedeniyle bu kurslar haksız yere hedef gösterilmiştir. Öyle sanıyorum ki bu meyanda ana muhalefet partisi lideri de, halkın tabiri ile "dolduruşa getirilmiş" ve o da haksız yere bu kurslara karşı tavır alabilmiştir. İçlerinden farklı düşünenler olsa da, yakından tanıdıklarımın çokluğuna bakarak bu parti mensuplarını dinimiz ve kitabı Kur'an karşıtı gibi görmek ve göstermek yanlıştır.

    Kur'an, her Müslümanın baş tacıdır

    İnancı sağlam ve samimi bütün herkes Kur'an-ı Kerim'i, Allah'ın(c.c) dünya ve ahiret hayatı için insanların önüne koyduğu tek ve eşsiz bir yol gösterici olarak görmüş ve kabul etmişlerdir. Vahyin elçisi Hz.Peygamber'le bütünleşen Kur'an sevgisi ve ona duyulan inanç ve saygı iyi bilinmelidir ki, beşeri baskılarla kırılamaz ve ortadan kaldırılamaz. Müslümanların "baş tacı" olan Kur'an'ı öğretmek de hiçbir baskı ile engellenemez. M.Akif'in dediği gibi, Kur'an sadece mezarlıklarda okunmak için öğretilmiyor. Ama bu dünyadan gelip geçmiş yakınlarımız için olsun, dince kutsal sayılan günlerde olsun okunan Kur'an, kalplerimize huzur, hayatımıza da büyük teselli ve yön veriyor. Hz. Peygamber'in "Sizin en değerlileriniz, Kur'an'ı okuyup, okutanınızdır" deyişiyle, bu konuda başkaca tartışılacak bir hususun olmadığı da böylece anlaşılmış oluyor.

  • NACİ AKAY

  • YANLIŞLIKLAR ZİNCİRİ
    Bir önceki yazıda ifade etmeye çalıştığım gibi her ilmin kendine has usul ve metodu vardır. Hele dini ilimler daha bir hassasiyet ister. Ayrıca her ilmin kendine mahsus bir literatürü ve kavram dünyası vardır. Bu literatür ve kavramlar bilinmezse veya dikkatli bir şekilde yerli yerince kullanılmazsa çok vahim yanlışlara düşülebilir.

    Elbette ki bir devlet başkanından akademik ölçüler çerçevesinde bir eser beklemek doğru değildir. Ancak orta ölçekteki bir ansiklopedik eserden bile elde edilebilecek bilgileri olmadık yorum ve değerlendirmelerle izaha kalkışmak hem hak ve hakikate karşı saygıyı koruyamamanın, hem de ilim ehlinin nazarında tenkit edilmeye bir vesile olduğu kanaatindeyim.

    İşte maalesef Ruhnama, uzman olmadığı bir sahada büyük iddialarla konuştuğundan kavram kargaşasına yol açacak bir hayli vahim hatalar içermektedir. Mesela Türkmenbaşı bir yerde şöyle demektedir: "Hint dervişleri, Müslüman sufileri, Tibet keşişleri, zikir ederek Allah'la rabıtaya geçiyorlar. Onlar dünyada bu lezzetten daha şirin, daha büyük bir lezzet olmadığını tekrarlıyorlar." (s. 299) Başka bir yerde de: "Dinlerin tümü, insan vefat ettikten sonra, ruhu temizlenip, mutlaka Allah'ın huzuruna, dergahına ulaşacağını söylemektedir" (s. 300) ifadelerini kullanmaktadır. Böyle toptancı bir yaklaşım, İslamiyet ile diğer dinleri veya din şeklindeki organizasyonları aynı kategoride görme gibi bir yanlış telakkiye yol açabilir. Yazar, annenin dindeki önemini anlatmaya çalışırken şu ifadeleri kullanıyor:

    "Hz. Adem ile Hz. Havva'dan sonraki insanların hepsi ana rahmi içinde canlanır ve hayata hazır hale gelir. Hz. Havva'nın yaratılışı ile Allah, yaratıcılığını kendinde saklamış, insan neslini çoğaltma kudretini ana ile paylaşmıştır." (s. 322). İkinci olarak yazar, "Allah çoğaltma kudretini ana ile paylaşmıştır" ifadesini kullanıyor. Halbuki sahih ve saf İslam akidesinde Cenab-ı Hakk'ın Zat'ının eşi, benzeri, zıddı olmadığı gibi, O'nun icraat-ı ilahiyesinde de yardımcısı, ortağı yoktur. Ruhnama, usulde dinin esaslarına dokunacak yanlış anlamayanlara sebebiyet verdiği gibi, füru'da da yanlış anlamalara kapı aralayacak ifadeler içermektedir. Bu hususta da, sadece bir misal verip geçelim.

    Ruhnama, belli bir dönem Sovyet Rusya'nın hakimiyeti altında kalmış, o hakimiyet altında eğitimini tamamlamış bir insanın eseri. Bu açıdan belki bir ölçüde esere nazar-ı müsamaha ile bakılabilir. Anlayamadığım ve ilim ve hakikat adına beni asıl üzen şey ise, sürekli fikir ve düşünce özgürlüğünü vurgulayan, dinin gerçek kaynaklarından ve doğru bir şekilde öğrenilmesini her zaman telkin ve teşvik eden Sayın Fethullah Gülen'in, okullarında, bu eserler için hususi odalar tahsis edilmesi, mutlak surette her okulda bu eserlerin bulunmasının mecbur tutulması ve hatta bu eserlerin nazara verilmesi, onlar için teşvik ve telkinde bulunulmasıdır. Umarım, dikkat çekmeye çalıştığımız hususlar açısından Ruhnama ve benzeri eserler yeniden kritiğe tâbi tutulur ve ona göre yeni bir uygulamaya geçilir.

  • DOÇ.DR. MESUT ERDAL

  • OKUMA ÖZÜRLÜ MÜYÜZ?
    Yayıncılarımızın ve de yazarlarımızın oldum olası vazgeçemedikleri şikayetlerinin en başında ülkemizde kitap okunmadığı ve kitap okuma özürlü bir toplum oluşumuz gelir. Tek taraflı bu yargının varlık sebebi olan okuyucuya bir hakaret ve aşağılama olduğu da hiç düşünülmez. Bu seçmenini hiçe sayan, taleplerini gözardı eden göz boyayıcı politikacıyı hatırlatır. Yayıncılar ve yazarlar da bu tespiti yaparlarken kendi göz boyacılıklarını, okuyucuyu hiçe saymalarını unutup, yayıncılar yayınladıkları ve yazarlar yazdıkları kitapların alaka görmediği ve okunmadığından yakınıp dururlar. Gazeteler ve dergilerin hep tiraj düşüklüğünden söz edilir. Sessiz okuyucu kitlesinin umursamaz karşı tavrı ve tepkisinin sebeplerini hiç düşünmezler. Okuyucunun ne istediği yazarın ve yayıncının umurunda değildir. Yazılıp çizilenlerde okuyucunun inançları ve onuru incinmiş kime ne?

    Okuyucunun bu sessiz protestosunun tarihi Tanzimat devrine kadar uzanır. Yakın tarihimiz bu protestonun en kesif tablosunu resmeder. Okuyucu, dayatmalara karşı tavrını kesin bir şekilde koymuş, kendinden olmayana karşı koymaya çabalamaktadır. Su kendi mecrasından ters yöne akıtılmaya çalışılmaktadır. Ülkemizi yönetenler hep bir dayatma politikası izlemektedirler. İnsanımızın inançları, gerçek değerleri hesaba katılmıyor. Çağdaşlık adına ve modernizm uğruna değerlerimiz talan edilmekte, genç nesillerin yok edilmesine göz göre göre seyirci kalınmaktadır. Toplumumuza korku hakim olmuş. Değişen dünya şartlarında dengeler yanlış kuruluyor. Kurulduğu sanılan dengeler yanlış temellere oturtuluyor.

    Okuyucu okuyor, ne okuyacağını her şeye rağmen biliyor. Kıymet bilmezlik etmiyor. Bal alacağı çiçeği verimsiz ve kurak ortama rağmen buluyor. Yayıncılarımız ve yazarlarımız sırtından para kazandığı okuyucuya gerçek değerini veriyor mu, bu tartışmalı. Yayıncı ve yazarlarımız istiyorlar ki, okuyucu "bir dirhem bal için bir çeki odun yesin". Gazetelere, dergilere, kitaplara okuyucunun sessiz protestosu bundandır. Yayıncılar ve yazarlar oturup bu durumu teşrih masasına yatırıp sessiz protestoyu kırmanın formülünü bulmalılar. Bizde kitap okuma alışkanlığı yok, kitap okumuyoruz, kitap okuma özürlü bir milletiz gibisinden yanlış değerlendirmelerden öncelikle kurtulmamız gerekiyor.

    Yazarlarımız ve yayıncılarımız "kitap okunmuyor" demenin yerine "biz kitap okutabiliyor muyuz?* demeliler. Bu konuda politikalar üretilmeli, geliştirilmeli, soylu okuyucuya ulaşılmanın yolları aranmalı, okuyucunun okuma disiplini sağlanmalıdır. Yayın politikaları ciddi bir sorgulamadan geçirilmelidir. Ülkemiz insanını gönendirecek yayın politikaları ortaya konmalıdır.

    Sanıldığı gibi şayet kitap ilgi görmese bunca yayınevi nasıl ayakta, bunca kitap neden yayınlansın? Yazarlar ve yayıncılar kitap okunmuyor hayıflanması yerine, kitap nasıl okutulabilir, bunun cevabını bulmalılar. Gerçekte kitap okunmaz, okutulur. Kitap okuyanlar her zaman sınırlı olmuştur. Sorun da burada. Sorumluluk kitap okuyanlarda ve okutmasını bilenlerde. Yayıncıların sorumluluğu da kitap okutmasını bilenleri bulup, organize ederek bu yönde etkinlikleri hayata geçirmektir.

    Son bir tespit: 70'ler Türkiye'sinde kitap okunuyor ve de okutuluyordu. Seminerler ve sohbetler eksik olmazdı. Okuyucu hangi kitabı okuyacağını, nasıl kiminle okunacağını bilirdi. O günlerde de bu sorunlar konuşulur tartışılırdı. Bugün bakıyorum da o günlerde kitap okuyanlar günümüzde sermayeden yiyorlar. Sermayeyi de tükettiler kendilerini tekrardan başka bir şey yaptıkları yok. Nesil elden gidiyor şikayeti tekrar edilip duruyor. Madde tutkusu, yarın korkusu insanı insanlığından ediyor. Bu gün 70'lerin çok gerisinde olduğumuzu görüyorum.

    Selam sana soylu okuyucu, selam sana sessiz protestosuna devam eden onurlu okuyucu! Yarınlarımız her şeye rağmen sana emanettir. Yazarlarımız ve yayıncılarımız da bu sessiz protestoyu anlayıp kavradıkları ve de gereğini yerine getirdikleri zaman yarınlar bizim olacaktır.

  • GALİP BOZTOPRAK



  • 20 Haziran 2005
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu
    Online İlan

    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED