T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 25 HAZİRAN 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

EKONOMİ-TOPLUM
Mustafa ÖZEL

İnceldiği yerden kopmaz!

Türkiye'siz AB, minnacık bir coğrafyaya mahpus kalır, AB'siz bir Türkiye ise küresel güçlerin pasif müttefiki olmaya mahkûm olur. Bu durum iki oyuncuyu önümüzdeki 20-25 yıl boyunca uyumlu davranmaya zorluyor

Türkiye-AB ilişkileri yeni bir gerilim dönemine mi giriyor; yoksa eski tas eski hamam mı? Sayın Başbakan "inceldiği yerden kopsun" diyor. Gerçekten öyle mi? Kıbrıs veya başka bir konu yüzünden, Türkiye ile Avrupa arasındaki halat kopar mı? Sanmıyorum. Jeopolitik kader, iki oyuncuyu önümüzdeki 20-25 yıl boyunca uyumlu davranmaya zorluyor. Türkiye'siz AB, minnacık bir coğrafyaya mahpus bir kıta gücü olmanın ötesine geçemez. AB'siz bir Türkiye ise, başta ABD olmak üzere, küresel güçlerin pasif müttefiki olmaya mahkûm olur.

Son cümleyi biraz açayım: Her toplum-devlet sistemi, dünyanın müstakbel ağırlık merkezini hesaba katıp, stratejilerini o merkeze yakın olmaya; gücü yeterse, o merkezi kuşatmaya; giderek bizzat o merkez olmaya yönelik tarzda belirler. Mesela, Osmanlı toplum-devlet sistemi 15. yüzyıl sonlarında pekişmeye başladığında, önünde iki alternatif vardı: Ya doğuya (Asya'ya) veya batıya (Avrupa'ya) doğru genişlemek. Aslında zenginlik kaynağı Asya idi ve Osmanlıların ta Hindistan'a (hatta Çin'e) kadar uzanan siyasî emelleri büsbütün yok değildi.

Fakat, aynı tarihlerden itibaren Avrupa toplum-devlet(ler) sistemi yükselişe geçmişti. Yükselişin ana damarlarından biri, denizler üzerindeki hakimiyetti. Osmanlılar, yüzlerini batıya çevirdiler. Bilinen zenginlik kaynağı Asya'ya değil; geleceğin zenginlik merkezi Avrupa'ya yöneldiler. Bunu yapabilmek için, arkalarını sağlama almak zorundaydılar. Öyle bir anlaşma zemini geliştirdiler ki, İran ile 400 yıldır hiç çatışmadık.

Şimdi yeni bir çağdayız. Dünyanın ekonomik merkezi bir kez daha Asya'ya doğru kayıyor. ("Amerikan İmparatorluğu" projesi, Batı sisteminin can havliyle bu gidişi durdurma, en azından, geciktirme girişimidir.) Türk toplum-devlet sisteminin yapması gereken, bu sefer batıyı emniyete alıp, doğuya doğru yürümektir. Ana mesele, günün birinde AB üyesi olup zengin bir kulübün nimetlerinden (kibarlığı bırakırsak: artıklarından) faydalanmak değil; üye olunmasa bile, o kulübe yakın olmanın stratejik avantajlarını kullanarak, müstakbel ağırlık merkezine yönelmektir. (Türk sisteminin doğuya doğru etkinliğini arttırmasında ilk eşik İran olacağından, ABD'nin oyununa gelip Fars-sistemi ile köprüleri atmamalıdır!)

Geçen ay İstanbul'da düzenlenen Medeniyetler ve Dünya Düzenleri sempozyumunda, gençlerin sempozyumdaki 30 dolayındaki oturuma yoğun ve ciddi alakası karşısında Çinli düşünür Tu Weiming şöyle diyordu: Bir toplumu zirveye götüren, gençlerin bilgiye dayalı, iyi yönlendirilmiş enerjisidir. Bu dinamizmi sürdürürseniz, çeyrek yüzyıl sonra Avrupa Birliği üyelik için size başvurabilir!

MEDENİYET DÜZEN KURMAKTIR

Bilim Sanat Vakfı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin düzenledikleri üç günlük sempozyumda "medeniyet" ve "düzen" kavramları masaya yatırıldı. ABD'den Richard Falk ve Fred Dallmayr, Çin'den Tu Weiming, Türkiye'den Halil İnalcık ve Ahmet Davutoğlu gibi isimlerin katıldığı oturumlarda, bu iki kavramın dinî, felsefî ve tarihî anlam ve çağrışımları tartışıldı.

Sempozyumu Yunus'un uzun zamandır dilimden düşmeyen dizeleriyle açtım: Kelecilerin bişirgil / Yaramazını şeşirgil / Sözün us ile düşürgil / Dimegil çoğ ide bir söz. (Kelimelerini pişir, yaramazlarını ayır, sözünü akıl ile düşür ve gereksiz yere uzatma.)

Medeniyet, tıpkı sınıf ve ulus gibi, iyi pişirilmesi gereken çiğ bir kelimedir. Siyaseti doğrudan etkileyen, uğruna can verilen stratejik kelimelerdir bunlar. Sınıfa yabancıydık, ulusu benimseyemedik; medeniyet "Türk'ün kara bahtına" ilaç olabilecek mi?

Medeniyet ve düzen kelimeleri sempozyumun başlığında tekil değil, çoğul olarak kullanılmıştı: "Medeniyetler ve Dünya Düzenleri." 1906 yılında, böyle bir sempozyuma ev sahipliği yapmak her halde Londra veya Berlin'e yakışırdı. Londra, uluslararası sistemin düşüşteki hegemonik gücünü; Berlin ise, Londra'nın yerine göz diken yeni emperyal gücü temsil ediyordu. Fakat her iki şehirde de yapılacak sempozyumda MEDENİYET kelimesi çoğul değil, tekil yazılacaktı. Çünkü, o zamanki anlayışa göre, medeniyet tekti ve Avrupa demekti. Dolayısıyla, DÜNYA DÜZENİ de Avrupalılardan sorulacaktı.

Avrupa bu fırsatı kaçırdı. Dünyaya değil, kendine bile düzen veremedi. Batıdan ABD'nin, doğudan Rusya ve Japonya'nın katkılarıyla, 20 yıl arayla öylesine yıkıcı iki savaşa tutuştu ki, akıl ve vicdanın nutku tutuldu. Aydınlanmış, modern, rasyonel, medenî söylemle hiç uyuşmayan bu iki girişim, aralarında en medenî olanın atom bombalı zaferiyle son buldu.

Herkes anladı ki, medenî demek, yıkım gücü en yüksek olan demekti! Dünya Düzeni artık bu güçten sorulacaktı. Fakat daha savaş enkazı tam kaldırlmadan, ABD ile Rusya arasında dehşet dengesi kuruldu. Nükleer güç, her iki merkeze, birbirlerini ve isterlerse bütün dünyayı yok etme kudreti verdi. Savaştan 20 yıl sonra, medeniyetlerin izini sürmek için binlerce yıl gerilere uzanan tarihçi Arnold Toynbee, insanlığın önünde iki yol var diyordu, sadece iki yol: Ya bir dünya hükümeti, yani küresel, kalıcı bir düzen; veya bir tür kollektif intihar anlamına gelen nükleer yıkım. Ya düzen, ya yok oluş! Ve işte 2006 yılındayız. Medeniyet ve Düzen sempozyumu İstanbul'da yapılıyor. İstanbul, şükürler olsun, en medenîyi temsil etmiyor. Yıkım gücü en yüksek olanlar arasında değil! Böyle olduğu için, düzen kurma potansiyeli en yüksek merkezlerin başında geliyor. Sokaklarında 1000 yıllık Bizans, 600 yıllık Osmanlı Barışının izleri var. Barışı hedeflemeyen, düzeni kuramaz!

İKİ ÇİĞ KELİME: ULUS VE SINIF

19. yüzyıl Avrupa kapitalizminin başat sosyal grubu ve Avrupa sosyal biliminin anahtar kavramı "sınıf" idi; 20. yüzyıl dünya kapitalizminin motoru ve dünya sosyal biliminin anahtar kavramı "ulus" (daha doğrusu, ulus-devlet) oldu. 21. yüzyılda ise, hem jeopolitik gerçeklik, hem de toplumbilimsel analiz düzleminde "medeniyet" (daha doğrusu, medeniyetler) ön plana çıkmaya başladı. Türkiye'nin sınıfları yoktu; uluslaşma süreci ise aşılması imkânsız yapısal ve zihinsel engellerle doluydu.

Medeniyet kavramı ve gerçekliği, Türkiye'nin 21. yüzyılda etkin bir sosyal ve jeopolitik güç olma şansını arttırıyor.

Büyük düzenler, güçlü kavramlar etrafında kurulur. Bunlara "düzen kurucu mitler" diyebiliriz. En etkili mit, gerçekliği en fazla andıran; yahut andırıyor hissini veren mittir. Son 200 yılda böyle iki mitimiz oldu; şimdi bir üçüncüsü diğerlerinin yerini almaya hazırlanıyor. 19. yüzyıl Avrupa düşüncesinin düzen kurucu miti SINIF idi. Bu kelimenin sadece radikallerce kullanıldığı sanılmasın. Muhafazakâr ve liberal aydınlar da en az toplumcular kadar sınıf kelimesine müptela idiler. O kadar ki, John Stuart Mill 1834'te şunları yazmak zorunda kalıyordu: "Aydınlarımız; topraksahibi, kapitalist ve işçilerden oluşan ebedî daireleri içinde dönüyor ve toplumun böyle üç sınıfa bölünmüş olmasını, tıpkı günün gece ve gündüze bölünmesi gibi, Tanrı'nın buyruklarından biri sayıyorlar."

SINIF GERÇEKLİĞİNE TÜRK TOPLUMU YABANCI

Ortalama Türk insanının sınıf kavramına akıl erdirebileceğini sanmıyorum. Yaşanmayan gerçeklik, hissedilmez ve tanınmaz. Türkiye'nin esnafı olsa da sınıfı yoktu. (Paradoks: Esnaf, sınıfın çoğuludur!) Sınıf demek, insan toplulukları arasındaki doğrudan ilişkilerin kopması demekti. Aracısız etkileşimin yerini, iş ve ücret gibi, amansız bir arz ve talep yasasına tâbi soğuk temas noktalarının alması demekti. İki insan olarak işçi ile işverenin artık birbirinin komşusu veya köylüsü; arkadaşı veya kardeşi değil, birbirlerine karşı anonim soyut varlıklar haline gelmesi demekti. İş için bir araya geliyor ve birbirlerini görmeden, birbirlerine dokunmadan ayrılıyorlardı. Bu anlamda bir sınıf gerçekliğine Türk toplumu bugün bile yabancıdır.

İkinci düzen kurucu mitimiz ULUS oldu. Ulus olmak, hem sınıflaşmanın yıkıcı etkilerini bertaraf etmek; hem de ayrı ayrı ayakta durması artık imkânsız hâle gelen küçük çaplı siyasaların bütünleştirilerek güçlendirilmesi demekti. Bunun başarılabilmesi için, ulusu oluşturan parçalardan her birinin kendine özgü mitlerini yok etmek gerekiyordu. Mazzini, "İtalya'yı yarattık; şimdi sıra İtalyanları yaratmaya geldi!" derken; Venedik veya Floransa tarihine özgü inanç ve hatıraların yerine, İtalyan olmaya dair daha büyük anlatıların konması gerektiğini söylüyordu. Büyük İtalya veya Büyük Almanya için, büyük mitlere ihtiyaç vardı.

Yirminci yüzyıl, uluslar, ulus-devletler yüzyılı oldu. Avrupa'da uluslar kristalleşti. Ulusluk, sınıflığa üstün geldi. Avrupa dışındaki toplumlar da, Avrupa gibi güçlü olabilmek için, uluslaşmalarının kaçınılmaz olduğunu düşünmeye başladılar. Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran aydın-bürokrat kadronun "muasır medeniyet seviyesine yükselmek" dediği şey, esas olarak Avrupaî tarzda bir ulus olabilmekti.

Yirminci yüzyılda, uluslaşma bağlamında iki temel gelişme oldu.

1Başta Almanlar olmak üzere, ulusluğunu tamamlayan Avrupa halkları, ulusun ötesine geçmeye çalıştılar. Ulus elbisesi, ulus olmayı başaran topluluklara dar gelmeye başladı. Bunun hiç şüphesiz kapitalizmin doğasıyla yakın irtibatı vardır. Her ulus, (yahut her ulusun egemen sınıfı) kendi hayat sahasını genişletme peşine düştü. Bu arayış Avrupa uluslarını 20 yıl arayla iki dünya savaşına sürükledi. Sonunda Avrupa ikiye bölündü: Bir parçası Washington'a, diğer parçası Moskova'ya bağlandı. Bunun üzerine, daha farklı bir "ulusluğu aşma" projesi hazırlandı. Avrupa ulusları, uluslararası sistemin merkezine yeniden yürüyebilmek için, Avrupa ulusunu kurmaya yöneldiler.

2Avrupa-dışı toplumların halkları, uluslaşabilmek için, daha önceki büyük mitlerinden kurtulma; kendilerine küçük küçük yeni mitler yaratma peşine düştüler. Avrupa ulusları yerel mitlerden uzaklaşıp, daha çaplı ulusal mitlere yönelmişken; diyelim ki Osmanlı devletinin bağrından çıkan 30 dolayında halk, İslam öncesine dair mitler yaratmaya yöneldiler. Türkiye'de Sümerbank, Etibank gibi adlandırmalar gerçekte birer mit kurma girişimidir.

Özetle, Avrupa ulusları, küçük toplulukların bütünleşmesiyle oluştu. Küçük, yerel mitler terk edildi; büyük, ulusal mitler yaratıldı. Türkiye dahil Orta Doğu ulusları ise, büyük bir siyasanın dilimlere bölünmesiyle oluşturuldu. Bunun için büyük, evrensel mitler terk edildi; küçük, ulusal mitler yaratıldı. Kısaca düzen kurucu bir mit olarak ulus, Avrupa toplumları için yükseliş; Orta Doğu toplumları içinse alçalış demekti. Bu ikisi arasındaki yüksek gerilimi Türkiye'de hâlâ yaşıyoruz.

Tarihin sonunda medeniyetler geçidi

21. yüzyıl yeni bir mit ile teşrif etti: Medeniyet. Tuhaftır, önce "Tarihin Sonu" ilan edildi. Başkan Bush, "Yeni Dünya Düzeni"ni haber verdi. Tam bu ikisini birbirine bağlayacakken, Huntington'ın atomdan beter bombası her şeyi alt üst etti. Tarihin sonunu kabul etseydik, insanoğlunun ideolojik arayışının son bulduğunu; Avrupalının sınıf ve ulus tecrübesinden çıkarılan liberal-demokratik yönetim değerlerinin evrenselliğini onaylamış olacaktık. Huntington, medeniyetten değil; medeniyetlerden söz ediyordu. Gerçi ondan çok önce, Spengler, Toynbee, Sorokin gibi tarihçiler de medeniyetlerden söz etmişlerdi. Fakat Batı sosyal bilimi bunlara kötümser damgası vurmuş, adeta bilim dışı ilan etmiş, bir tür karantinaya almıştı. Bir siyaset bilimcinin, bir uluslar arası ilişkiler uzmanının medeniyetlerden söz etmesi alışılmış bir şey değildi.

Böylece MEDENİYET, çatışma kavramıyla beraber de olsa, sosyo-politik tartışmaların yeni miti oldu. 19. yüzyılda Marx, sınıfları çatıştırıyordu. 21. yüzyılda Huntington, medeniyetleri çatıştırmak istiyor. Oysa, medeniyetler-arası bir dünya düzeni kurmaktan başka şansımız yok. Cemiyet-i Akvam ve Birleşmiş Milletler denemelerine rağmen, uluslar-arası bir dünya düzenimiz olmadı. Ne ekonomik, ne de siyasî ve askerî bakımlardan, dengeli bir düzen söz konusudur. Kâğıt üzerinde bütün uluslar birbirine eşit; fakat fiiliyatta birkaç tanesi çok daha eşittir. Dünya nüfusunun dörtte birini temsil eden Müslümanlar, beşte birini oluşturan Hintliler BM güvenlik konseyinde temsil edilmemektedir. Birleşmiş Milletler icra gücü bakımından bir anlamda Güvenlik Konseyi demektir ve konseyin beş daimî üyesinden üçü (ABD, İngiltere ve Fransa) Batılı, bir tanesi de (Rusya) Hıristiyan olması hasebiyle aynı yakanın sâkinidir. Sadece Batı yakasına yontan bir düzenleme ile kalıcı bir dünya düzeni oluşturulamaz. Medeniyet miti bu bakımdan, sınıf ve ulus mitlerine kıyasla daha düzen kurucu bir işleve sahip olabilir. Uluslar-arası yerine medeniyetler-arası bir düzen, bugünkü dışlanmışların gerçek temsil gücünü arttırabilir.

Medeniyetler ve Dünya Düzenleri sempozyumunun en ilginç ve etkileyici konuşmacılarından biri, yukarıda sözünü ettiğim Çinli felsefe tarihçisi Tu Weiming idi. Harvard'da Konfüçyen felsefe tarihi okutan Tu, en fazla sempozyuma gençlerin gösterdiği ilgiden etkilendi. "Bizim ve Amerikalıların bu yaşlardaki çocukları eğlenceden başka bir şey düşünmezler. Türklerin düşünce dünyasına ilgisi çok yüksek. Bu dinamizm devam ederse, 2030'larda Avrupa Birliği, Türkiye'ye katılmak için başvuruda bulunabilir!"

Gençlerimizin düşünsel konulara ilgisi basit bir merak değil, bir ölüm kalım meselesidir. Biliyor veya en azından hissediyorlar ki, AB yolculuğuna çıkmış bir Türkiye ya 'yaşlı' Avrupa'nın Asya'ya açılış köprüsü olacak; ya da Avrupa'yı emniyete alarak Asya'ya açılan yenilenmiş bir güç. Türkiye, ya ulusçuluk batağında dibi bularak kendi üstüne çökecek; ya da medeniyet derinliğine doğru genişleyerek yeni bir Nizam-ı Alem kuracaktır.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi