T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
S İ N E M A | |||
|
'Ben bir Amerikalıyım, haklarım var!'
Bir Amerikan vatandaşının yabancı bir ülkede başı belaya girdiği takdirde "Birleşik Devletler pasaportu taşımasının kendisine kazandırdığı ayrıcalıklar", günümüzde artık Hollywood sayesinde bütün dünyaya yayılmış olan koskoca bir yalandır. Bizler de sinema filmleri ve diziler aracılığıyla üçüncü dünya ülkelerine pompalanıp duran bu kuyruklu yalanı yıllardır dinleyip durmaktayız. Doğrudur; Amerikan devleti "orta sınıfa mensup ideal Amerikalı" profiline uyan, sistemle bütünüyle uyumlu ve politik açıdan zararsız bulduğu kişileri üçüncü dünya ülkelerinde adlî olaylara karıştıklarında o ülkelerdeki diplomatik temsilcilikleri aracılığıyla arayıp sorar, gerekirse kendilerini savunmaları için avukat tutar ve başlarına sevimsiz olaylar gelmemesi için ısrarla izlerini sürer. Ancak, özenle vurguladığımız üzere, bu durum yalnızca "uysal Amerikan vatandaşları" için geçerlidir. Yoksa, Beyaz Saray'ın ulvî çıkarlarının sözkonusu olduğu kimi despot ülkelerde gereksiz yere politik aktivistliğe soyunan, CIA'nın desteklediği askerî cuntaları ve insan hakları ihlâlcisi hükûmetleri kınayan "oyunbozan Amerikalılar" için değil! Sam Amca, bu kategoride değerlendirdiği vatandaşlarına en az bir KGB ajanına olduğu kadar ilgisiz ve merhametsiz davranmakta hiç çekinmez. İşte, Yunanlı yönetmen Constantin Costa-Gavras'ın 1982 tarihli filmi "Kayıp" da bu ünlü "Amerikan ayrıcalığı" yalanını deşifre eden çarpıcı bir öyküyü aktarıyordı beyazperdeye... Yıl 1973. Latin Amerika ülkelerinden Şili'de sosyalist başbakan Salvador Allende'nin liderliğindeki -seçimle işbaşına gelmiş- hükûmet, CIA destekli General Augusto Pinochet ve ona bağlı birlikler tarafından çökertilmiştir. Ülkenin her köşesinde Allende taraftarlarına karşı acımasız bir insan avı yürürlüktedir. Binlerce üniversite öğrencisi, sırf "solcu" olduklarına dair bir duyum yeterli görülerek stadyumlara toplanmakta ve içlerinden "elebaşı" olarak görülenler yargılanmaksızın kurşuna dizilmektedir. Genç Amerikalı yazar Charlie Horman da bu kargaşa ve dehşet atmosferinde ansızın ortadan kaybolan insanlardan biridir. Horman, sol görüşlü bir politik aktivisttir ve kendisiyle ortak görüşleri paylaşan karısı Beth ile birlikte uzun süredir başkent Santiago'da yaşamaktadır. Kayıp eşine bir türlü ulaşamayan ve başına kötü bir şey gelmiş olmasından korkan Beth, sonunda çareyi, "orta sınıf milliyetçi/muhafazakâr Amerikalı" stereotipinin mükemmel bir örneği olan kayınpederi Ed Horman'ı ABD'den çağırmakta bulur. Horman, gerek oğluna gerekse gelinine sol görüşlü oldukları için çok kızan bir adamdır; onların ABD'de kendisiyle birlikte yaşamak varken Şili gibi bir "muz cumhuriyeti"ni tercih etmesine hiç bir anlam verememektedir. Buna karşılık, oğlunun kaybolduğunu öğrenen yaşlı adam yine de babalık refleksleriyle alelacele Santiago'ya gelir ve çaresizlik içinde kıvranan geliniyle buluşur. İkili, sıkıyönetim altındaki başkentin her köşesini didik didik aramaya başlarlar. Ancak günler geçtikçe durum giderek daha ümitsiz bir görünüm almaktadır, Charlie, darbeden sonraki günlerde gerçekleştirilen tutuklama furyasında âdeta buhar olup uçmuştur. Oğlunun bir muhalif olarak burnunu gereksiz işlere sokmasından dolayı sürekli sızlanıp duran Horman, arayışları sırasında o çok güvendiği Amerikan Büyükelçiliği yetkililerinden de sık sık yardım ister. Onlar da görünüşte bu araştırmaya yardım eder bir tutum içindedirler. Ancak, gerçekler son derece farklıdır. Charlie, ülkenin yeni yönetimi açısından rahatsız edici bir unsur olarak görüldüğünden, cuntacılar tarafından -Amerikan Büyükelçiliği'nin bilgisi dahilinde- katledilmiş ve cesedi de bir duvarın içine gömülmüştür. Filmin sonlarında acılı baba ile diplomatlar arasında geçen "tabutun nakliyle ilgili fatura ödemesi" tartışması ise bu trajik öykünün en unutulmaz anlarından birini oluşturur. Elçilik görevlileri, ölümüne icazet verdikleri Charlie'nin bir beton bloğunun içinden aylar sonra çıkartılan cesedinin ABD'ye gönderilebilmesi için gereken uçak parasını da büyük bir pişkinlikle yine Horman'dan tahsil edeceklerdir. Demokrasinin kalesi olduğuna bütün kalbiyle inandığı Beyaz Saray'ın kendisinden farklı düşünen vatandaşları sözkonusu olduğunda nasıl da kaypak ve umursamaz davrandığını Santiago'da geçirdiği birkaç hafta içinde burnu sürtüle sürtüle öğrenen Horman, kendisini sürekli başlarından savmaya çalışan diplomatların yüzüne, "Bu iş burada kalmayacak, ABD'ye döner dönmez hepiniz hakkında dâvâ açacağım ve bir Amerikan vatandaşı olarak sizlerden öldürdüğünüz oğlumun hesabını mutlaka soracağım" diye haykırır. Ardından da gelini ve Charlie'nin tabutuyla birlikte ülkesine döner. Sonuç itibarıyla, açılan yığınla davadan sonra ne katillere ne de destekçilerine hiç bir şey olmayacaktır.
Üstelik, aradan geçen yıllarda Amerikalı genç aktivist Rachel Corrie gibi masum insanların başlarına gelenler, bu filmin siyasal ve sanatsal değerini daha da artırmış durumda... Hafızası iyi olanlar hemen hatırlayacaklardır; gencecik bir üniversite öğrencisi olan Rachel, 16 Mart 2003 günü İsrail'in Refah Mülteci Kampı'ndaki evleri yıkmasını protesto etmek üzere elinde bir megafonla buldozerlerin önüne geçmiş, ancak gözünü kan bürümüş olan siyonistler bu ufak tefek genç kızı acımasızca ezmişlerdi. Başka bir durumda, sözgelimi asayişin zayıf olduğu bir İslâm ülkesinde hayatını kaybeden vatandaşları için kıyameti kopartan Amerikan yönetimi, İsrail askerleri tarafından tamamen bilerek ve isteyerek öldürülen Rachel için anında sus pus oldu.
Gavras'ın başyapıtını tanıtmamız vesilesiyle, insanoğlundaki temiz fıtratın simgesi Amerikan kızı Rachel'i de bir kez daha sevgi, saygı ve rahmetle anıyoruz.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |