T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 21 NİSAN 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Son Dakika
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

'Fransız kibiri' ile baş etmek çok zor...

Bizim, millet olarak bu mantıktaki bir Avrupa karşısında işimiz gerçekten iş...

Görünen o ki ağzımızla kuş da tutsak, onları Anadolu topraklarında tıpkı kendilerininki gibi köklü ve değerli bir uygarlığın varolduğuna ikna etmekte daha uzun yıllar boyunca ciddi güçlükler çekeceğiz. Özellikle de konu Fransa olunca, aklıma üstadımız Cevdet Akçalı'nın bundan kısa bir süre önce Yeni Şafak'ta kaleme aldığı "Fransa denilen meçhul" başlıklı makalesi geliyor. Son İstanbul Uluslararası Film Festivali'nde gözlemlediklerim, Akçalı'nın o harika yazısını öylesine doğrular nitelikteydi ki...

İUFF, çeyrek yüzyılı geride bırakmış, kendine göre artık bütün dünyada belirgin bir saygınlığı ve ağırlığı olan kalburüstü bir kültür-sanat etkinliği. Eh, İstanbul deseniz, o da günümüzde yerkürenin en önemli metropollerinden biri. Eski dünyanın tartışılmaz lideri ve yeni dünyanın da 2000'lerde yıldızı yeniden parlayan kültür, ticaret, turizm merkezi...

Buna karşılık, yüce Fransız kültürünün güzide temsilcileri bu kente, anılan festival kapsamında âdeta bir "muz cumhuriyetinin başkenti" muamelesi yapmakta herhangi bir beis görmediler.

Konuya öncelikle bir kuşağın idolüne dönüşmüş olan Alain Delon'dan girelim. Festivalin açılışına katılması ve kendisine bir onur ödülü sunulması planlanan bu beyefendi, hayatı boyunca ilk (muhtemelen de son) kez adım atacağı ve de topu topu bir ya da iki gün kalacağı İstanbul'a gelip gelmeme konusunda resmen eşeğin kulağına su kaçırdı. Üç gün boyunca zırt pırt değişen kararlarıyla festival komitesine ecel terleri döktüren ünlü aktör, en sonunda "Çok özel nedenlerim var" şeklindeki muğlak bir gerekçeyle gelmekten vazgeçti ve kendisini ağırlamak için aylardır seferberlik ilan etmiş olanları epeyce zor duruma düşürdü.

Öte yandan, lütfedip gelmeyi kabul edenler cephesinde de durum aslında bundan pek farklı değildi.

14 Nisan Cuma gecesi İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nda düzenlenen kapanış törenini televizyondan izledim ve yayın sırasında özellikle Fransız sinemasının iki popüler oyuncusu Gerard Depardieu ile Catherine Deneuve'ün garip davranışlarını beden dili açısından analiz etmeye çalıştım. Sunucular da organizatörler de (ülkemize gelen istisnasız her yabancı sanatçıya yaptıkları gibi) onları mutlu edebilmek için nasıl iltifat edeceklerini şaşırmış vaziyetteydiler. Oscar töreninde bile görülmemiş uzunlukta tanıtım filmleri büyük ekranda dönüp duruyor, CNN-Türk'ten üç kıtaya canlı yayın yapılan salon, kültür ve sanat dünyamızın seçkin sîmalarının alkışlarıyla çınlıyordu.

Manzara böyleyken, bizim Fransız konukların bu sevgi ve saygı seline yönelik tepkilerini alıcı gözle incelemeye başladım. İkisi de anlamsız bir ürkeklik içindeydi. Sanırsınız ki hayatları boyunca hiç bir kapalı salon toplantısına katılmamışlar ve böylesi ortamlarda hiç ödül almamışlar. Hele de pantolonundan dışarı sarkmış o kravatsız gömleği ve akşamdan kalma bir ayyaşı andıran tavırlarıyla Depardieu tam bir gayrıciddilik anıtıydı. Sunucu kendisini anons edince güç bela yerinden kalktı ve sahneye çıktı.

Konuşmaya başladığında ise kulaklarıma inanamadım. Yıllar boyunca sayısız filmini izleyip kimi zaman hüzünlendiğimiz, kimi zaman da kahkahalar attığımız efsanevî aktörün ağzından, birbiriyle hiç bir mantıksal bağı bulunmayan, kopuk kopuk, saçma sapan cümleler dökülüyordu. Belli ki katılımı aylar öncesinden kesinleşmiş olan bu tören için lütfedip iki satırlık doğru düzgün bir konuşma metni tasarlamaya bile gerek duymamıştı. Sıkı bir şarap uzmanı olarak, muhtemelen kıyak kafayla o an aklına ne gelirse sallıyordu. Ve en sonunda da bir salon dolusu insana, "Paris'te görüşmek üzere" gibi, ne amaçla sarfedildiği belirsiz eften püften bir cümleyle vedâ etti. Konuşması bittiğinde saatime baktım; tamamı bir buçuk dakikadan daha kısa sürmüştü. Onu elinde ödülüyle görüntülemek isteyen foto muhabirlerinin bulunduğu yönde ise (yine saatimin kronometresiyle yaptığım hesaplamaya göre) toplam 8 saniye kadar poz verip süratle kürsüden indi. Bu ise motorlu makinesi olmayan bir muhabire ikinci bir kare çekme şansı vermeyecek kadar kısa bir süreydi.

Öte yandan, bütün bu süreç yaşanırken, Üstad'ın, elinde tuttuğu ödüle bir kere bile dikkatle bakmadığını da belirtmeliyim.

Derken kameralar, kimi hayranlarının kendisini bir "insan"dan çok "metafizik bir varlık" mertebesine çıkarttıkları Catherine Deneuve'ü izlemeye başladı. Mikrofonu her eline alan ona övgüler döşenirken, hanımefendi ise koltuğunda oturduğu anların büyük kısmında simültane çeviri kulaklığını dinlemeye bile gerek duymuyordu. Anlamsız bir biçimde sürekli olarak gergin oluşunu da bir türlü çözemedim. Ki sonradan bu gerginliğini Hürriyet'e verdiği topu topu on dakikalık bir mülâkatta muhabir Gila Benmayor'a da fazlasıyla yansıttığını öğrendik. Yahu, hem Hürriyet'sin hem de Gila'sın; buna rağmen tersleniyorsun. Demek ki röportajı talep eden bizim taraflardan biri olsa maazallah hanımefendinin menajerinden dayak falan yerdik!

Üstelik Deneuve aynı tafrayı CNN-Türk'e mülâkat verirken de yapmış, "Bana on dakika içinde öyle çok geniş, kompleks sorular sormayın; tek kelimelik cevapları olan sorular istiyorum" demiş hanımefendi. Meselâ nasıl yani, "Fransa'nın -aynı zamanda dünyanın da merkezi olan- eşsiz başkentinin adı nedir" gibi mi?

Velhasıl, Deneuve de adı anons edildiğinde erkek meslektaşı gibi sahneye çıkıp, ortalama bir dakika süren tatsız tuzsuz bir teşekkür konuşması yaptı. Onun da hitabında, izleyicilere sürpriz ya da jest kabilinden, dünya çapında sanatçılara yaraşacak bir tek sıradışı cümle yoktu. Kendisini yere göğe sığdıramayan, Türkiye'nin "creme de la creme" tabakası konumundaki bir salon dolusu insan karşısında, gerek özgünlük, gerekse içtenlik açısından ancak bir ortaokul öğrencisiyle yarışabilecek nitelikteki konuşmasını tamamlayıp alelacele sahneden indi.

Düşünüyorum; bunlar ülkemize gelirken Türkiye'de bir sinema sanatı, bir film festivali ve sinemadan anlayan bir insan kitlesi görebileceklerine asla inanmıyorlardı da yüzlerindeki o şaşkınlık tanık oldukları manzaralardan mı kaynaklanıyordu, yoksa sergiledikleri kibir gündelik hayataki olağan hâlleri miydi?

Diğer yandan, festivalin kapanış töreninden en evlere şenlik manzara ise "Uyduruk Bir Öykü" adlı yapıtıyla "Altın Lale"yi kazanan İngiliz yönetmeni Michael Winterbottom'un ödülünü almaya gelmemesi, heykelciği onun yerine filmi çeken prodüksiyon firmasından bir bayan temsilcinin almasıydı.

Avrupa'nın en ciddi film festivallerinden birinde ipi ilk sırada göğüslüyorsun. Bu birinciliğin hem maddî hem de manevî getirileri var. Herşeyden önce, kolay kolay biraraya gelmediğin farklı bir kültürün insanlarıyla yakından tanışabilmek gibi. Avrupalı bir sanatçısın ve İstanbul da bu kıtada senin için günübirlik bir uçak yolculuğu kadar yakında. Öyle ki kazandığın birinciliğe bir dirhem saygın olsa, uçağa atlar gelir İstanbul'da iki saat kalır ve ardından yine ülkene dönersin. İstenirse herşey mümkün; yeter ki seni birinci seçenlere birazcık saygın olsun.

Ama olmuyor, Delon hazretleri gibi Winterbottom da çok meşgûl; temsilcisinin dediğine göre "yeni filminin hazırlıklarıyla uğraşıyor" ve "oradaki herkese selamlarını iletiyor". Ne diyelim, "Aleykümesselam!"

Biliyorum, bu yazdıklarımı okuduktan sonra işi pişkinliğe vurup, "Yo, senin anlattığın türden olaylar hiç yaşanmadı, ortamdaki herkes müthiş mutluydu" tarzı yaklaşımlara başvuranlar da olacaktır. Organizasyon komitesinin herşeyin yolunda gitmesi ve yine herşeyi yolunda göstermek adına harcadığı o canhıraş çabaya elbette ki saygı duyuyorum. Ama bizim işimiz "yüzeydekiler"i değil, "o yüzeyin altında yaşananlar"ı irdelemek. Ben de bir gazeteci olarak bu festivalin organizasyonuna damgasını vuran "Fransız kibiri" konusunda öncelikli olarak gözlerimle gördüklerime ve birinci elden duyduklarıma inanıyorum.

Sonuç itibarıyla, keşke bu insanlar festivalde verdikleri o "hiç bir şeyi umursamaz" görüntülerle değil, ünlü filmlerinden karelerle anılarımızda kalmaya devam etselerdi. Böylesi herkes için çok daha iyi olurdu.

Hülya Uçansu hanımefendinin âdeta bir hanedan düzeni içinde tamı tamına 24 yıl süren İUFF yöneticiliğinin ardından, geçtiğimiz günlerde nöbeti ondan güç bela da olsa devralan yeni yönetim ekibi, umarız ki bundan böyle festivale sinemaseverlerin (ve de spnasorların) paralarıyla uluslararası yıldız davet ederken, Türkiye'ye karşı en asgarisiden de olsa bir insanî muhabbeti olanları, sözünde durabilecekleri ve bir de bu yılkilerden daha az kaprisli yapacakları tercih eder.


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi