T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 3 OCAK 2006 SALI | ||
|
Dün sabah bir gazetenin birinci sayfasında yukarıdaki cümleyi okudum. Şaştım. İçimde birtakım sorular uyandı: 1. Bu istekte bulunan vatandaşlar, başbakanın tabiat hâdiselerine hükmedecek kadar güçlü olduğunu mu sanıyorlar? 2. Bazı vatandaşlarda çevre bilinci çok gelişti de, birtakım zecrî tedbirlerle sisin bile önlenebileceğini mi düşünmeye başladılar? 3. "Sis" derken vatandaşların kastettiği şey, aslında hava kirliliği mi yoksa? 4. "Sis" kelimesini mecazî anlamda kullanmış ve bununla siyasal, tarihsel, kimliksel, kültürel, yönetsel, anayasal, yasal veya bunlara benzer birtakım belirsizliklerin giderilmesini istemiş olabilirler mi? Haber metnini okuyunca zihnimden bir anda geçiveren bütün bu ihtimallerin hiçbir anlamının olmadığını, kalmadığını anladım. Meğer, vatandaşların kurtarılmayı bekledikleri şey, tabiat hâdisesi olan "sis" değil, hükümet kararıyla belirlenen "sit" imiş. Köylerinin yüzde yetmişi sit alanı olan köylüler, istedikleri yere istedikleri gibi ev yapamamaktan şikâyetçi imişler. Başbakandan mağduriyetlerinin giderilmesi için yardım istiyorlarmış. "Sisten" ile "sitten" arasında sadece bir harf farkı var. Benim "sit"i "sis" okuyuşum da herhâlde havanın sabahleyin sisli oluşuna bağlanabilir. Bu yanlış okuyuş, artık yaşlandığım için dikkatimin azalmasına da bağlanabilir elbette. Sebebi ne olursa olsun, yaşadığım bu deneyim, ilk ve son harfleri yerinde bırakılan kelimelerin aradaki harfleri karıştırılsa da doğru algılanıp doğru okunacağına ilişkin o iddianın her zaman doğru olmayacabileceğini gösterdi bana. Bu arada, başbakanın bütçe görüşmeleri sona ererken mecliste yaptığı konuşma çevresinde yürütülen tartışmaları düşündüm. Biliyorsunuz, başbakan, muhalefet liderini ve iddialarını eleştirirken, bunları ispat edemeyen "nokta, nokta, nokta"dır dedi. O konuşma, televizyondan benim kulağıma da çalınmıştı. Bendeniz, başbakanın dilinin ucuna "müfterî" kelimesinin geldiğini, fakat bu kelimeyi söylerse ağır; kaldırılması, sindirilmesi zor bir ithamda bulunmuş olacağını düşünerek veya sezerek o kelimeyi kullanmaktan sakındığını, onun yerine isteyenin istediği gibi doldurabileceği bir boşluk bırakmayı tercih ettiğini, bu tercihini de imlâ ve noktalama tarihimizin maruf ve mümtaz işaretlerinden biriyle, üç noktayla dile getirdiğini düşünmüştüm. Fakat muhalefet temsilcileri, lideri, birçok gazeteci ve yazar, o üç noktalık boşluğu "müfterî" veya ona benzer ve ondan daha hafif kelimelerle doldurmak yerine, daha ağır ve ağza alınması terbiyeye sığmayacak kelimelerle doldurmayı tercih ettiler. Bu tercih, onların zihinlerinin ve mantıklarının neye yatkın ve teşne olduğunu da göstermiş oldu. Biz de o atasözünü hatırlamaktan kendimizi alamadık: "Dervişin fikri neyse, zikri odur." Bu ülkede Ahmet Turan Alkan adında bir yazarın yaşadığını ve onun eserlerinden birinin "Üç Noktanın Söylediği" adıyla yayımlanmış bir kitap olduğunu bilseler, kitaba da adını veren yazıyı okumuş olsalar, her üç nokta boşluğunun ille de çirkin, müstehçen, ayıp, utanılacak kelimelerle doldurulmaması gerektiğini anlarlardı. Bilmek, okumak ve anlamak; bazılarına ne kadar uzak!
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |