T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 6 OCAK 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

Çağdaş sinemacılık, çağdışı sinemacılığa karşı...

Film dağıtıcıları ve sinema salonu işletmecilerinin -haklı olarak- pek sevdikleri ve her fırsatta yücelttikleri sloganik bir cümle vardır: "Film, sinemada izlenir."

Bu söze, kıdemli bir sinemasever olarak, herhangi bir ön koşul koymaksızın "eyvallah" demekten başka seçeneğim yok. Tabiî ki adına "film izlemek" denilen o büyüleyici eylem, değerini ve anlamını en çok devâsâ bir beyazperdede ve aynı tutkuya gönül vermiş daha başka insanlarla birlikte gerçekleştiğinde buluyor. Çünkü sinema herşeyden önce toplum içine karışmayı gerektiren ve film izlerken -yanısıra- fazladan pek çok deneyim de yaşatan bir etkinlik. Bu bakımdan, ev sinema sistemleri ses ve görüntü kalitesi bakımından ne denli gelişirse gelişsin, sinema salonlarında film izleme eylemi her gerçek sinemasever için daima öncelikli tercih konumunda olmayı sürdürecek.

Ancak, "küçük" bir şartla... Eğer film gösteren o mekânlar, uluslarararası standartların tanımladığı türden birer "sinema salonu"na gerçekten benziyorsa...

Bugün Türkiye'de sinema işletmeciliği konusunda iki başat yaklaşım birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyor. Bu, tam bir "ölüm-kalım savaşı"... Sözkonusu yaklaşımlardan ilki, 1990'lı yıllarda bizzat Amerikan sermayesi ya da o sermayeyle mâlî ve kültürel işbirliği hâlindeki, "batı tozu yutmuş" iyi eğitimli Türk girişimcilerinin açıp işlettikleri, her açıdan mükemmel donatılmış, çağın gereklerine uygun salonlarda karşımıza çıkan hizmet anlayışı... İkincisi ise 1950'lerden kalma o köhne "Türk işletmecilik anlayışı"nın -eski Yeşilçam filmlerindeki caniler gibi, defalarca vurulsa da ölmemekte hâlâ inatla direnen- son kalıntıları...

Son yıllarda ülkemizin değişik kentlerinde, özellikle de büyük alışveriş merkezlerinin bünyesinde birbiri ardına açılan, işletmeciliğinde o ilk anlayışın egemen olduğu salonlardan birine gittiğinizde, bu iş için titizlikle eğitilmiş, bir örnek giyimli ve güleç yüzlü genç insanlar tarafından karşılanıyorsunuz. Bu gençler size salonun neresinde oturmaktan hoşlanacağınızı soruyor ve biletinizin bedelini (ister nakitle isterse de kredi kartıyla) hızla tahsil edip uzatıyorlar. Öyle ki sözkonusu anlayışla işletilen sinemalarda biletin üzerinde salonun bir krokisi ve hangi noktada oturacağınızı gösteren bir simge bile düşünülmüş durumda...

Sonra, içeri giriyorsunuz ve dünyanın bütün uygar ülkelerinde olduğu gibi, sinemada altı üstü bir harf ve bir rakamdan oluşan koltuğunuzu herhangi bir "teşrifatçı"ya ihtiyaç duymaksızın kolayca bulup oturuyorsunuz. Bir sinemada böyle bir düzen kurabilen anlayış, zaten işin gerisini de gayet iyi yapıyor. Pırıl pırıl, yamasız bir beyazperde, kusursuz bir projeksiyon ve gümbür gümbür bir ses düzeni... Ayrıca kaliteli bir kantin, sürekli temizlenen ve "ücretsiz" olan tuvaletler, fuayelerde gelecek gösterimlerle ilgili ücretsiz dergiler, broşürler...

Böyle bir salondan çıktığınızda, film izlemenin gerçekten de keyfine vardığınızı hissediyor ve oradayken harcadığınız her kuruşu işletmecilere helâl ediyorsunuz.

Ama bir de "Türk usûlü işletmecilik" anlayışı var...

Gişedeki geçkince hanım seanslarla ilgili en basit sorularınıza bile cevap vermeye üşeniyor. İlk hedefi, sizi bir an önce başından def edip yarım bıraktığı örgüsüne dönmek! Kredi kartıyla tahsilat yapamıyor, salondaki oturma yerinizle ilgili hiç bir isteğinizi olumlu karşılamıyor. Yer seçimi tamamen onun keyfine kalmış. Sinemanın içi ise lüzumundan üç kat fazla personel ile dolu. Bunların çoğu da Sergio Leone spagetti westernlerindeki tekinsiz suratlı kötü adamlar görünümündeler. Ağızlarında sigara ve yüzlerinde kesin bir hoşnutsuzluk ifadesiyle girer girmez biletinizi elinizden alıp sanki dünyanın en önemli işini yapıyormuş edâsında sizi yerinize "sağ salim" (!) ulaştırıyor, sonra da gözlerini havaya doğru dikip avuçlarını size doğru uzatıyorlar: "Bahşiş!"

Aynı sefalet, film arasında girdiğiniz tuvaletlerde de geçerli. Bu mantığa göre sinemanın her köşesi ayrı ayrı birer "ticarethane" ya, burada da dış dünyadaki normal tuvalet ücretinin en az iki katı bir tarifelendirmeyle sinemanın içinde kirlenen ellerinizi yıkamanın bedelini ödeyeceksiniz. Üstelik, toplanan bunca paraya rağmen çoğu kez leş kokulu, bakım fukarası bir mekânla karşılaşmanız da cabası...

Sinemanın içinde sabırsızlıkla müşteri bekleşen bu asık suratlı zümrenin tek bir üyesinin bile sigortası ve işletme tarafından belirlenmiş net bir maaşı yok. Kendisini çok uyanık zanneden sinema müdürü tarafından "müşterinin üzerine yıkılmak" üzere istihdam edilmişler; onlar da bu şekilde pişkin pişkin hayatlarını sürdürüyorlar. Personel politikası bu şekilde olan bir yerde zaten makinistin meslekî sevgisinden de zerre kadar hayır beklemeyeceksiniz. Hayatından bezmiş makinistimiz yukarıdaki camekânından dönüp bir kez bile perdeye bakmadığından dolayı dakikalarca -ıslıklar iyice artana kadar- flû oynayan ve izleyicilerin gözlerini yaşartan berbat bir projeksiyon, kapıda "dolby digital" yazmasına karşılık "mono"dan farksız bir ses çıkışı, filmin son karesiyle birlikte hemen ışıkları açan ve bitiş jeneriklerini meraklılarına asla izlettirmeyen bıkkın bir anlayış...

Benim çocukluğumda bu yoz işletmecilik modeli piyasanın tek hâkimiydi. Sırf cebimde yeterince bozuk para olmadığı ve bahşiş veremediğim için salon girişlerinde teşrifatçılar tarafından defalarca itilip kakıldığımı hatırlarım. Oysa şimdilerde sözkonusu işletmecilik anlayışı, bu işi nasıl yapacağını çok iyi bilen Amerikan yaklaşımı karşısında artık ölümcül bir darbe almış durumda. Hiç kimse fuayesi sidik kokan, asık suratlı ve dilenci görünümlü insanların çalıştığı, perdede oynattığı filme zerre kadar saygı duymayan ve onu kötü bir projeksiyonla katleden salonlara kuruş para ödemek istemiyor. Ve bu yöndeki sinemacılık anlayışı da artık adım adım tarih oluyor.

Tabiî, bu madalyonun büyük kentlerimizdeki yüzü... Eminim ki Anadolu'nun pek çok kentinde hâlâ o tanımladığım türden çağdışı salonlardan bol miktarda bulunmakta. Ancak, hiç yolu yok; bunlar da yakın bir gelecekte kendilerine ister istemez çekidüzen verecekler. Çünkü Türk insanı bir kez iyinin, güzelin, doğrunun, kısaca "kalite"nin tadını aldı. Bu mantıkta iş yapmakta inat edenler ya pes edip doğru yolu bulacak, ya da birer birer indirecek kepenkleri...

Ve bizler "sinemayı sinemada izlemenin zevki"ne tam olarak ancak o zaman varacağız.


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi