T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 13 OCAK 2006 CUMA
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Ali Murat GÜVEN

"Mösyö İbrahim"i mutlaka izlemelisiniz Sayın Başbakanım...

Ben gündelik politikaya fazlaca meraklı biri değilim. Meslek hayatımın ilk dönemindeki -sıcak haberin her türüne balıklama atlayan- acar muhabirlik günlerim bir yana bırakılırsa, Ankara merkezli politik habercilikten ömrüm boyunca hiç haz etmedim; gelmiş geçmiş bütün iktidarlarla meslekî ilişkilerim de onların benim ilgi alanlarıma gösterdikleri yakınlık ya da uzaklıkla sınırlı kaldı. Bu açıdan bakıldığında, AK Parti'yi, çeyrek yüzyılı geride bırakan sinemaseverlik serüvenim boyunca, sinemanın ticaret, turizm, uluslararası propaganda ve toplum mühendisliğindeki stratejik önemini en iyi kavramış gözüken ve bu öneme en sık atıfta bulunan iktidar olarak görüyorum. Çünkü 3 Kasım 2002'den bu yana gerek Sayın Erdoğan gerekse yol arkadaşlarının bu düşüncemi destekler nitelikte pek çok çıkışları oldu. Hem yurt içinde hem de yurt dışında düzinelerce ünlü sinema oyuncusu ve yapımcısıyla gerçekleştirdikleri dostça görüşmeler, onları Türkiye'de film çekmeleri için davet edişleri, sinema üzerine çağın gereklerine uygun, yepyeni ve akılcı yasalar hazırlamaları, gündelik konuşmalarında Türkiye karşıtı kimi filmlerin ("West Wing" ve "24" adlı diziler, "Geceyarısı Ekspresi" filmi) ülkemize verdikleri zararlara yönelik olarak yaptıkları isabetli atıflar...

Bunların yanısıra, Sayın Başbakan'ın kendisini "ciddi politikacı; halkın arasına asla karışmayan, sinemaya, tiyatroya, konsere falan gitmeyen politikacıdır" diye hiç kasmayıp hayatı her boyutuyla yaşayan bir insan olduğunu görmek de ayrıca mutluluk verici. Tıpkı Dışişleri Bakanı Gül ve diğer birçok kabine üyesi gibi o da fırsat buldukça sinemaya gidiyor. En son Çağan Irmak'ın hüzünlü filmi "Babam ve Oğlum"u ailece izlemesini ve bu filme ilişkin olarak verdiği olumlu mesajları ben de herkes gibi medyadan takip ettim.

Sinemayı, yıllar boyunca uğraştıkları bütün o "âli meseleler"in yanında çok gerilerde kalmış önemsiz bir teferruat olarak gören onca ulvî politik simâdan sonra böylesine zinde bir kadro tarafından yönetilmek, benim gibi sinemanın çağımızda taşıdığı anlamı geçmişin kimi fosil politikacılarından daha farklı biçimlerde tanımlayanlar için oldukça heyecan verici bir deneyim...

Sonuç itibarıyla, AK Parti sinemayla dost bir politik hareket ve bu yönüyle hem bir sinema yazarı hem de sade bir vatandaş olarak iktidardan çok şey bekliyorum.

1990'ların başlarında, sinema üzerine yüksek lisans yaparken tez konum, "Dünya Sinemasında Türkiye ve Türk İmajı"ydı. Her ne kadar kendimi ölesiye çalışmaya kaptırmaktan dolayı enstitüde tezimi savunmaya bir türlü fırsat bulamasam da, bu alanda yapılmış en kapsamlı araştırmalardan birini, belki de birincisini gerçekleştirmiş olmanın onurunu taşıdım hep. O tarihten bu yana da dünya üzerinde, içinde "Türkiye" ve "Türk" sözcükleri geçen her ne kadar film çekilmişse hepsini ezbere bilirim. Ama bildiğim bir şey daha var ki o da "Türkiye" ve "Türk" sözcüklerinin çoğu yabancı filmde iyi niyetli biçimlerde kullanılmadığı. Hele de Amerikan ve İngiliz sinemasında bu konuda âdeta gizli bir konsensus mevcut...

Türk sinemaseverleri için, Batı sinemasındaki Türkiye karşıtlığı ünlü "Geceyarısı Ekspresi" ile özdeşleşmiştir. Bu konuda da vaktiyle Yeni Şafak'ta anlamlı bir habere imza atmış ve hayatı sözkonusu filme esin kaynağı olan Amerikalı uyuşturucu satıcısı Billy Hayes'e ulaşarak kendisinden "yönetmen Alan Parker ve senarist Oliver Stone'un olup bitenleri fazla abarttığına" ilişkin pişmanlık dolu açıklamalar dinlemiştim. Ancak Hayes'in pişmanlığının bu saatten sonra hiçbirimize faydası yok; çünkü artık yerkürede 1978 tarihli bu filmi izlemeyen (ve kalbi Türkiye'ye karşı nefretle dolmayan) tek bir sinemasever kalmadı gibi...

"Geceyarısı Ekspresi", sert ve öfkeli sinema diliyle 1980 ve 90'lar boyunca beyazperdede Türkiye karşıtı akımın simgesine dönüştü; oysa konuyu biraz daha derinlemesine inceleme fırsatı bulabilenlerin de gayet iyi bildiği üzere, Amerikan ve İngiliz sinemasında nisbeten daha geride planda kalmış daha nice Türkiye karşıtı film var. Elbette ki bunların ardında da finansör olarak, ülkemize fırsat buldukları her alanda sağlam bir şekilde giydirmeye and içmiş olan Ermeni diasporası... Nitekim, bu filmlerde Türk rollerinde oynayanların bir tekinin bile "gerçek Türkiyeli" olmayışı, Türkçe konuşmalardaki aksanların daima "Ermeni şivesi"ne çekişi de bunun en bariz kanıtı... "Passport to Terror: Never Pass This Way Again" (Dehşete Yolculuk: Buradan Bir Daha Asla Geçmeyin) ve "Forgotten Prisoners" (Unutulmuş Mahkûmlar), dünya televizyonlarında sık sık gösterime sokulan, ancak ülkemizde neredeyse hiç bilinmeyen Türkiye nefretiyle dolu filmlerden yalnızca ikisi... Bunun dışında, yaptığım son hesaplamalara göre sayıları şimdilik 80 dolayında olan müstesna bir sinema ve televizyon filmleri koleksiyonu var ki bunlardaki Türkler ya "mafya babası", ya "cani", ya "hırsız" ya da en azından "tekinsiz" tipler olarak yansımaktalar beyazperde ve beyazcama...

Ve ben de yıllardır girdiğim her türlü uluslararası meslekî/insanî ilişkide bu filmlerin yarattığı o sevimsiz imajla boğuşmaktan artık tam anlamıyla yorgun düşmüş bir Türk vatandaşıyım.

"Mösyö İbrahim ve Kur'an Çiçekleri"
Bu kötü gidişi değiştirmenin ise bir tek yolu var: Sinemacılar için gerçek bir cennet olan Türkiye'yi ve dost canlısı Türk halkını uluslararası yapımlarda daha fazla görücüye çıkarmak! Bunun için de Hollywood'un kalburüstü yapımcılarını ısrarla ülkemize davet etmek, başta İstanbul olmak üzere çeşitli kentlerimizi plato olarak kullanmalarını sağlamak, içinde Türkiye ve Türklerin yer aldığı daha fazla senaryo yazılması için onların akıllarını mutlaka çelmek zorundayız. Hemen belirtmeliyim ki hedefe varmak için bu tür girişimler bile yeterli olmayacaktır. Başka pek çok ülkenin yaptığı gibi yabancı çekim ekipleri için vergi harcamalarını sıfırlamalı, onlara her türlü rehberlik hizmetini ücretsiz sunmalı, hattâ gerekiyorsa adamlara "teşvik" mahiyetinde üste para da vermeliyiz.

Durumun ne vaziyette olduğunu daha iyi anlatabilmek için iki aşamalı bir soru soracağım sizlere:

"Hayatınız boyunca herhangi bir Amerikan filminde, üzerinde 'Turkish Airlines' yazan, kırmızı THY logolu bir uçağı pistte havalanırken ya da inerken gördünüz mü?"

Siz düşünmeye devam ederken, bari ben de sorunun ikinci kısmını aktarayım:

"Pekiyi ya KLM'yi, Lufthansa'yı, British Airways'i ya da Delta'yı kaç defa gördünüz?"

Bu kısmın cevabı ilkine göre çok daha kolay: En az birkaç yüz defa!

THY'yi elbette ki hiç bir uluslararası yapımda göremezsiniz; çünkü uluslararası sinemacılıkta bir ülkeye ya da küresel ölçekte iş yapan bir şirkete ilişkin her türlü logo ve ikonik nesnenin görüntüsü, kendisine beyazperdede artık yalnızca "parayı bastırmak" suretiyle yer bulabiliyor. Adamlar ahmak mı, bütün dünyada gösterilecek olan iddialı bir serüven filminde durup dururken senin ülkenin bedava reklâmını yapsınlar! Günümüzde 007-James Bond filmlerinin çekimleri öncesinde yapımcılarla uluslararası markaların temsilcileri, Bond'un yeni serüveninde giyeceği "don"dan kullanacağı "otomobil"e kadar hemen herşey için masaya oturup kıyasıya pazarlıklar yapıyorlar.

Velhasıl, sinema artık yaz geceleri açık hava salonlarında çekirdek çıtlatılarak tüketilen naif bir eğlence aracı olma faslını çoktan geçmiş durumda. Tek bir film, bir ülkeyi uluslararası kamuoyunda yerin dibine batırabiliyor ya da göklere çıkartabiliyor. Mutlaka hatırlayanlar olacaktır; baba George W. Bush, 1990'ların başlarında Türkiye'ye yaptığı ziyaretinde, dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal bir sürü "ciddi" meseleyi konuşmak için kendisini Çankaya'da beklerken, konuya "Hollywood'un Türkiye'ye yönelik şikayetleri"ni ileterek girmiş ve aynen şunları söylemişti: "Yapımcılarımız bana, ülkenizde, hem televizyon hem de sinemada giderek daha az sayıda Amerikan filmi gösterildiği bilgisini ilettiler; bu gelişme karşısında da oldukça üzgünler. Lütfen gerekeni yapın ve film gösterimi konusunda bozulan dengeyi yeniden kuralım."

Başkan bu mesajı dile getirmeye elbette ki mecburdu; çünkü bizim için "havadan cıvadan bir iş" sayılan sinemacılık, Amerikan ekonomisinde ise son elli yıldan bu yana ilk on endüstriyel üretim kalemi arasında yer alıyor.

Ve bizler de nihayet bu küresel gerçeği gayet iyi kavramış gözüken bir lidere sahibiz.

Son sözüm, doğrudan doğruya Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a olacak:

Sayın Başbakanım, yönetmenliğini François Dupeyron'un yaptığı ve başrolünde de ünlü Mısırlı aktör Ömer Şerif'in oynadığı "Mösyö İbrahim ve Kur'an Çiçekleri" adlı bir film var. Lütfen danışmanlarınıza söyleyin, size tez elden bu filmin bir DVD'sini temin etsinler ve onu uygun bir zamanınızda sakin kafayla oturup izleyin. Otuz yıldır Paris'in varoşlarında yaşayan "İbrahim Demirci" adlı bir Türk bakkalın, kimsesiz bir Yahudi çocuğuyla kurduğu dostluğun öyküsünü anlatan bu filmin bazı sahneleri 2003 yılında İstanbul ve Ürgüp'te çekildi. Ömer Şerif'in Eminönü'nde balık-ekmek yerken ya da Kapadokya yollarında ilerlerken perdeye yansıyan o huzur dolu yüzünü mutlaka görmelisiniz. Bu efsanevî aktör, devlet olarak birkaç milyar dolar harcasak bile benzeri bir etkiyi oluşturamayacağımız kadar olumlu, iyi niyetli ve dost canlısı o Türk bakkal rolüyle son iki yıldır milyonlarca sinemaseverin gönlünde taht kurdu. Türkiye'ye karşı (her nasılsa) hiçbir önyargı içermeyen bu güzel dostluk ve sevgi öyküsü hem ABD'de hem de Avrupa'da çok sevildi ve birkaç önemli ödül birden kazandı. Halen de bir sürü ülkenin televizyon kanallarında sıklıkla gösteriliyor.

Bizim, uluslararası kamuoyunun ortak belleğinde yıllar içinde adım adım oluş(turul)an böylesine olumsuz bir "Türk" imajından sonra, şu dakikadan itibaren hiç zaman kaybetmeden ne yapıp edip en az elli tane daha "Mösyö İbrahim" tarzı öykü çektirmemiz lâzım Sayın Başbakanım. Ve bu büyük "kültür savaşı"nın komutanlığı da sizi bekliyor.

Dünyaya Türkiye'nin yalnızca kötü cezaevlerinden, işkenceci polislerden ve Mehmet Ali Ağca'dan ibaret olmadığını hep birlikte göstermek zorundayız.


Geri dön   Mesaj gönder   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi