T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 2 TEMMUZ 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
  Favorilere Ekle
  Giriş sayfası yap

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Rasim ÖZDENÖREN

Sağır İstihza

"Herkesin seni tanıdığı, senin de herkesi tanıdığın yerler vardır, ama gene de yabancısındır. Yabancı ve yapayalnız. Fakat hayat o ezeliyeti, o esrarlı doluluğu ile eskisi gibi kalmaya devam edecek. İnsan bin yıl sonra da yaşamaktan şikayet edecek, ama bununla beraber ölümü istemeyecek. Hayat hususi kanunlarına uyarak değişmemekte devam ediyor, diyoruz ama, öte yandan yeryüzünde her şey değişmekte, hatta gözlerimizin önünde değişmektedir......" (Alaeddin Özdenören, Açılı/yorum).

Buradaki ironiyi farkına varmadan günde kaç kez yaşıyoruz acaba? O yarım kalmışlık günde kaç kez konuğumuz oluyor? Yola çıkıyorsun: bir sebebe bağlı olarak ya da hiçbir gerekçeye ilgi duymadan... "Çarşıya çıkamam" diyordu ya, Sait Faik, kendine göre türlü çeşitli gerekçeler icat etmeye çalışıyordu.. ama kendini kandırması ne mümkün! Sonunda ortada, yalnızca, sap gibi, o, çarşıya çıkamayacağı gerçeği kalıyordu. Avare insanın kendini avutmak için uydurduğu, ancak bu uyduruk gerekçelerin akıllı adamlar tarafından reddedilebildiği gerçeği kalıyordu geriye: yalnızca o: yani hiçbir gerekçeye sığmayan yalın gerçeklik. Niçin çıkmıştım sokağa? Ya da niçin çıkmıyorum? Ya da niçin çıkamıyorum sokağa? Buna binbir türlü gerekçe sıralayabilirim. Sağlık sorunlarımı öne sürebilirim. Havanın muhalefetini bahane olarak kullanabilirim. Hava sıcaksa sıcak olduğunu, soğuksa soğuk olduğunu gerekçe olarak ileri sürebilirim. Bunlar belki başkasını aldatmaya yetebilir, ama o gerekçenin uydurukluğunu bilen insanın kendisi o gerekçeyle avunabilir mi? Hastaneye gidiyorsun, yaşamam için bu prosedürden geçmem gerekiyor diye düşünüyorsun, bunlar, herhangi biri için ne denli inandırıcı olursa olsun, böyle bir nedeni bahane olarak ileri süren biri o gerekçeye nereye kadar inanabilir? O, içten içe kendini aldattığını, kendini sarakaya aldığını bilir. Kendini sarakaya alarak, ileri sürdüğü gerekçelere başkalarının inandığını düşünür: başarısı da oraya kadardır: başkasını aldatabildiği sınıra kadar..

Acı çektiğini düşünüyorsun. Acını dindirmek için yollara düşüyorsun. Tut ki, sen, kent yaşamına meftunsun. Kenttir seni cezbeden, hem de çoğu kimsenin reddettiği kent: o vıcık vıcık insan ve bataklık kokan yerleri; pas ve terin birbirine karıştığı, duvarların is ve kurumdan katranlaşıp karardığı, pencereleri iç içe birbirine geçmiş, çatıları bir çatı ormanına dönüşmüş mekânlarıyla kent.. öyle yerlere meftunsun. Günün birinde diyorlar ki sana, bütün bunlar sağlıksızlık işaretidir. Dahası, yıllar önce bu tür mekânların sağlıksız yerlerin en sağlıksızı olduğunu sen de kabul ve ikrar ediyordun. Ama işte, yıllar sonra, herkesi kandırdığını, bir kendini kandıramadığını itiraf etmenin zamanı gelmiştir. Herkesle birlikte ölünecek yerler olarak düşündüğün o mekânlar, şimdi sana yaşanacak yerler olarak görünmeye başlıyor: ironi, bu kez tersinden işliyor: ölünecek yere yaşamayı sürdürmek için gidiyorsun ve orada ölüyorsun. Ölümü beklemeden, ölümün unutturulduğu mekânda.. bir iki tıknefes öksürükle iş bitiyor.. gözlerin şaşkınlıktan faltaşı gibi açılmışken: breh, bu da nerden geldi derken..

Ama hâlâ kıyının beri tarafında durduğunun bilincindesin. Yaşadığın kent bozuntusu iri kıyım kasabaya akşam dehşet güzelliğiyle çöküyor: henüz kömür dumanının zehir olduğunun bilinmediği bir çağdı o.. kömür dumanını lezzetle soluyorsun, kavrulmuş soğan kokusunun ürpertici hazzı mahalleye yayılıyor. Ölü nedir, ölüm nedir.. bunların daha bilinmediği bir çağıdır çocukluğun o günleri.. öyleyse özgürce koşturabilirsin atını, özgürce kafanı duvardan duvara vurabilirsin. Duvarı çökertebilirsin. Duvarların demir ve çinko kapılarını bir tutuşla yerinden kopartıp kalkan olarak kullanabilirsin. Her şeye gücün yeter. Kerpiç evlerin meşe kütüğünden köşe direklerine öç almak üzere çentik atmayı göze alacak denli gözü karasın.. hayatın sağır istihzasını görmüyorsun bile, görsen de umursamıyorsun. Atını mahmuzluyor, atın soylu toynaklarına çirkeften bir tek leke bile sıçratmadan, topukluyor, kırlara, derin boşluğa, özgürlüğün dayanılmaz çağrısına dört nala, beş nala, on nala koşturuyorsun. Surun ötesine sıçramak için bir ân durup şaha kalkıyorsun, kardeşinin orada beklediğini düşünüyorsun.. bu kadar, hepsi bu kadarcık: hayatın sağır istihzası orada diz çöküyor. Sensin ona diz çöktüren. Kollarını makas gibi açarak hançerenin dibinden sökün eden bir sesle bir zafer çığlığı kopartabilirsin.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi