T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 23 TEMMUZ 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
  Favorilere Ekle
  Giriş sayfası yap

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Dücane CÜNDİOĞLU

Tasavvuf metinlerinin neşri irşad değil, ifsaddır!

Reiner Maria Rilke, birgün derin düşüncelere dalmış olan Rodin'in yüksek bir şükran duygusuyla ağzından "Anlamaya başlıyorum" (Je commance á comprendre) sözcüklerinin döküldüğünü söyler. Rodin sözlerine şöyle devam etmiş:

- "Bunun da nedeni, bir şeyi anlamak için yoğun çaba harcamamdır; bir tek şeyi anlayan, her şeyi anlar çünkü."

Anlamaya başlıyorum...

Anlamak, pek öyle sanıldığı kadar bir çırpıda kendisine ulaşılıveren bir hâl değildir; meşakkat ister, yorulmak ister, yoğun çabalar sarfetmek ister. Herhangibir şeyi anlamaktan söz etmiyoruz; bilâkis bir şeyi anlayıp anlamadığımızdan emin olmayı kastediyoruz; "anlamaya başlıyorum" diyecek denli derin bir kavrayış hâlinden, eşyanın hakikatini anlayıp kavramaktan söz ediyoruz.

Bazen anlarsınız, ifade edemezsiniz; bazen de ifade edersiniz ama ifade ettiğinizin ne anlama geldiğini bilemezsiniz.

Anlamak bir hâldir ve bu hâlin bile kendi içinde bitimsiz mertebeleri vardır. Tamam, doğru anlıyorsun, ama acaba hangi mertebede?

Anladığını zannettiğin nice şey vardır ki daha yukarı mertebelerde o 'anlayış' -kelimenin tam anlamıyla- 'anlayışsızlık' olarak görünür sana. "Güya ben de anladığımı zannetmiştim" dersin. Anlamadığını anlamamışsan, nice anlayışın bir adım sonra anlayışsızlığa dönüştüğüne hiç tanık olmamışsan, bu tür açıklamaları "işi yokuşa sürmek" şeklinde yorumlamaktan kaçınamazsın; anlamanın, bilmenin bir ayrıcalık gerektirdiği hakikatine tahammül edemezsin.

Herkesin 'ilim' sahibi olması gerekmediği gibi, herkesin her ilmin sahibi olması da gerekmez. Bilinecek olanlar çok, zaman ve imkânlar ise kısıtlı. "Bilmediklerimizi bilenlere sorarak veya yazdıklarını okuyarak öğreniriz" tesellisi fevkalâde aldatıcıdır. Niçin? Çünkü herkesin her şeyi bilmesi ve anlaması gerekmez. Nasibi de olması gerekir; yani bilmeyi istediği şey'le arasında bir nisbetin, bir oran ve orantının bulunması da gerekir. Arada nisbet yoksa, tâlibin nasibi de yok demektir. Önce nisbet kurulmalı, nasib gelmeli, ardından da anlama/bilme hâli beklenmeli...

Tasavvuf metinlerini alıp eve yığmak, gelişigüzel o sayfalarda dolaşmak, beylik bir iki alıntıyla bu işlerden anlıyormuş gibi davranmak nefse güzel görünen aldatıcı hâllerdendir ve fevkalâde zararlıdır, hatta tehlikelidir. Niçin? Çünkü anlamadığın şeyleri anladığını zannedersin; 'hâl' böyle olunca, anlamak, bilmek için senden istenen koşulları yerine getirmek gereği duymazsın. Sonuç? Sonuç: hüsrandan başka ne olabilir ki!

Bu yüzden tasavvuf metinleri uluorta yayımlanmamalı, ehil olsun olmasın her önüne gelen kişinin bu kitapların mahremiyetine tecavüz etmesine izin verilmemeli. Halka merhamet edilecekse, bu suça ortak olunmamalı!

Aralık 1997'de Dergâh dergisinde "İbn Arabî'nin Yorumu, Aksekili'nin Suâli, Babanzâde'nin Cevabı" başlıklı bir makale yazmış, sâbık Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki'nin (vef. 1951), İbn Arabî'nin Kur'an ayetlerini tefsir tarzıyla ilgili olarak Babanzâde Ahmed Naim'e (vef. 1934) yazmış olduğu 13 Temmuz 1934 tarihli mektubuyla, 3 Temmuz 1934 tarihli cevabî mektubu bir arada yayımlamıştım.

Son devrin büyük mutasavvıflarından Fatih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi'nin (vef. 1920) damadı olan Babanzâde, vefatından 20 gün önce yazdığı bu mektupta Aksekili'nin sorularını cevapladıktan sonra sözlerine şöyle son verir:

- "İşte suâlinize karşı hacâleten imlâ edebildiğim bir sürü sözler bunlardır. Şeyh-i Ekber hazretlerinin nazarımda makamı pek büyüktür. Mevzû-i bahs âyet-i kerîmede ehl-i cem'in hâline işaret sezip beyan etmek istemiştir. Bu gibi sözlerin, sizin ve bizim halka ta'mim maksadıyla yazdığımız yazılarda neşredilmesini hiçbir zaman tensîb edenlerden değilim. Bunlar bir sınıf-ı mahsûs için kıymetli olabilirlerse de umûmu -korktuğunuz gibi- dalâlate, zendaka'ya sevkedebilir. Binaenaleyh sizin fikrinizi tasvîb etmekle beraber, Şeyh-i Ekber hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın da zerresini feda etmem. Bâki âfiyette dâim olunuz efendim."

Bu işin erbabı, İlm-i Hak'ın (Hakikat Bilgisi'nin) öteye beriye saçılmasına rıza göstermez, bu bilgilerin ehil olmayanların eline geçmesinden, bu gafillerin de halkı nâ-hak yere yoldan çıkarmasından çekinirlerdi.

İrşad başkadır, tebliğ ve propaganda daha başka... İrşad, muhatabın mukteza-yı hâline göre davranmayı gerektirir. Yayıncıların ve onlara çanak tutanların İbn Arabî'nin âsar-ı güzidesini pazara çıkarmakla yaptıkları şey, ne yazık ki irşad değil, ifsaddır.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi