T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 23 TEMMUZ 2006 PAZAR
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Bugünkü Yeni Şafak
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
  Favorilere Ekle
  Giriş sayfası yap

  Yeni Şafak'ta Ara
 

Rasim ÖZDENÖREN

Fırlatılmak

Belki tamı tamına böyle oldu diyemem. Ancak buna benzer bir şeydi. Kendimi oraya fırlatılmış gibi duyumsuyordum. Çünkü orası benim bildiğim dünyanın dışındaydı. Daha, çok gençtim, ondördümdeydim. Öyleydim ama, aklım eriyordu. Özlemi biliyordum örneğin. Sevmeyi de... Daha önce yaşadığımız kentin bütün bıçkın delikanlı havalarını özümsemiştim. Kavgadan çekinmezdim. Kendim kavga aramasam da, kavga arayanın yan gözle bakmasına pabuç bırakmazdım. Kendim afi yapmazdım, fakat birinin bana afi kesmesine de göz yummazdım. Ancak fırlatılmış olduğum yeni dünyamda bu bıçkın delikanlı tavırlarına yer yoktu. Her ne kadar kimi memur çocukları oranın yerli gençlerine göre bir ölçüde fiyaka yapmaya heveslenseler de, bu, benim metelik vereceğim bir şey değildi. Taş atmaya değer bulmazdım, çünkü ürküteceğim kurbağaya değer bir şey yoktu ortada.

Alaeddin'in kendini tam da doğanın ortasına bıraktığı mevsimdi. Bir kitabının başında sözünü ettiği o "orta kaya"nın bulunduğu nehrin kıyıları... O, kendini nehre atıyor, sulara salıyor, nehrin akıntısına kapıp koyuveriyordu. Bense ihtiyatlıydım. Onun gibi, nehrin kilometrelerce yukarılarına çıkıp önümden geçen bir kütüğe sarılıp kendimi akıntıya bırakma cesaretini göstermeye tenezzül etmezdim (dürüstçe söylersem, gözüm kesmezdi). O, gözünü daldan budaktan sakınmazdı, bense sakınırdım, ama korkak değildim. Şimdiye kadar hiçbir insandan korktuğumu hatırlamam. Çocukluğumuzda, evimizin önünden akşam vakti geçtiğini gördüğümüz, beyaz sakalı göbeğine değin uzamış, beyaz sakalının haşmetini göze sokan beyaz zıbınlı adamdan bile korkmazdım. Mahallenin bütün çocukları, o, sokağımızdan geçerken bir tarafa kaçıp saklanma telaşı gösterirken bile, ben o kişiye de, arkadaşlarımın hissettiği bağlamda korku beslemedim. Evet, özel bir duygu beslerdim ona karşı, ama bu, asla korku değildi; belki saygıydı, belki bir tür haşyetti, belki bir tür ürperti veren bir saygıydı, ama asla sıradan, düz bir korku değildi. Böylece, kendimi suyun akıntısına bırakmadığımı söylerken bu sakınma halini korkuma bağlamıyorum; bu sakınma halinin, suyun kudretinin ne olduğunu kestirmekten ve ona karşı kendi yeteneğimin sınırlarının bilincinde olmaktan doğan bir ihtiyatlılık duygusu olduğunu ifade edebilirim.

O ormanla, ırmakla bezeli mıntıka, benim raconunu bildiğim kent değildi. Hayır, oraya aşağılayarak baktığımı söylemiyorum. Fakat bana uymuyordu. Her ne kadar kendimi fikirce de en çok beslediğim, hayatımda yeri olan yerlerden bir yer olsa da, orada, o zaman bile ebediyen yaşayabileceğimi düşünmedim. Bu yüzden, toprağına adımımı attığım anda orada uzun boylu kalmayacağımı, kalamayacağımı anladım. Özlem üzerine ilk ciddi yaşantımı ilk kez orada bileğiledim.

Nehir kenarında geziniyordum. Nehrin karşı kıyısı meşe ormanıydı. Benim bulunduğum yerse çalılıktı, yapraklarını dökmemiş, gövdesi henüz kararmamış çalı öbekleri kıyı boyunca uzanıyordu. Bir başıma oturup düşüncelere dalardım. İçimde, kafamda kendime göre bir zenginlik geliştiriyordum. Geçmişte kalan, artık bir daha göremeyeceğimi kesinlikle bildiğim sevgililere, dostlara coşku dolu hitabeler döktürüyordum. Belleğimin çeperlerinden sıyrılan güftelerden mısralar mırıldandığım da oluyordu. Evimizde, aile ortamımızda az konuşulurdu. Ben de az konuşurdum. Ama kelimelerin yüreğimde çoğaldığını, belki tuhaf ama kelimelerin yavruladığını fark ederdim.

Böyle günlerin birinde, içimde yavrulamış olan o kelimeler, birden gelişigüzel yan yana geldiler ve bana kendilerini şöyle okuttular: sen bu araziye onu bulmak için geldin, o, burada, senin karşında ve içinde, onu ara, bulacaksın!

Ses gibi bir şeydi bu: sese dönüşmemiş olsa da, kelimesi telaffuz edilir olmasa da anlamı buydu: beni davet ediyordu. Davete icabet için yekiniyorum ve kendimi bir imkânsızın ardına düşmüş buluyorum. Bir yola düşüyorum, ama yola düştüğümün henüz farkında değilim.

Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi