|

Toplum militanlaştırılıyor

Mevcut durum, radikal bir muhalefet duygusu yaşatıyor insanlara. Bir politik duyarlılığın sağlayacağı her şeyi veriyor; tutkular, korkular, heyecanlar... Fakat aynı zamanda bütün bunları büyük bir güvenlik duygusu içinde yaşıyorsunuz, çünkü devletin yanındasınız

Ayşe Böhürler
00:00 - 28/02/2008 Perşembe
Güncelleme: 00:24 - 28/02/2008 Perşembe
Yeni Şafak
Toplum militanlaştırılıyor
Toplum militanlaştırılıyor

Başörtüsü tartışmaları içinde hep iki taraf öne çıkıyor. Türbancılar-anti türbancılar. Bu ikisinin ortasında meseleye soğukkanlı, sakin bakanlar da var. Bu yazı dizisinde taraftarlarla değil, taraftarların analizini yapan kadın akademisyenlerle konuştuk. Korkuların nedenlerini anlamaya çalıştık. Meseleye kendi mahallemizden değil başka mahalleleri gezerek bakmayı denedik. Türban konusunu 'bir adım sonra şeriat'a hangi duygular taşıyor? Modern olmak ile dindar olmak ile uzlaşmaz iki kavram mı? Bu kavga ortasında başımızı örtecekler diye korkmadan analiz yapan akademisyenlere mevcut durumu onaylatmak değil korkuyu anlamak amacıyla sorularımızı yönelttik. Kutuplaşmaların arka planında neler var?




Üniversitelerde kimi akademisyenlerin âdeta militanlaştıkları bir dönemde, yargılayan değil anlamaya çalışan akademisyenlerden birisi Prof. Dr. Tülin Bumin. Galatasaray Üniversitesi'nde Felsefe Bölümü öğretim üyesi. Bumin seyrek yaptığı röportajlardan birinde herkesin gericilik unsuru saydığı türbanı 'hiper modern' olarak tanımlayan yaklaşımı ile dikkat çekti. Ben konuyu türban üzerindeki 'sığ yorumlar'a getirmeye çalıştıkça o köklere inmeyi tercih etti.

Truman Show'a benzettiği Türkiye'yi anlamaya çalışırken pek çok kavramı kökünden konuştuk. 23 Nisan müsamerelerini andıran tartışma ortamlarını izlerken Türkiye'de en önemli problemin, lâiklik üzerine düşünmeyen aydınlar olduğunu söylüyordu. Bugünkü militanlaşmayı apolitiklik sonrası sahte politizasyonun sonucu olarak görüyordu. Onunla radikal İslamcıların değil ama radikal kuşkucuların oluşturduğu tehlikeler üzerine konuştuk.




Türkiye'de militanlaşma ne zaman başladı? Bu seçim öncesinde başlayan bir süreç mi?

Türkiye 1980'den bu yana müthiş bir depolitizasyon süreci yaşadı. Genç kuşak bu depolitizasyon içinde yetişti.. Seçim öncesi başlayan tartışmalar ile birlikte sahte bir politizasyon pompalandı. Medya yoğun ve sürekli kampanyalarla sürece büyük destek verdi. Sonuç, yoğun bir apolitikleşme üzerine gelen sahte politizasyon durumuydu. Apolitik ortamdan sonra birden bire politika gündeme geldi. Hem muhalif olmak da mümkündü. Mevcut durum, radikal bir muhalefet duygusu yaşatıyor insanlara. Bir politik duyarlılığın sağlayacağı her şeyi veriyor; tutkular, korkular, heyecanlar, mücadele nedenleri. Fakat aynı zamanda bütün bunları büyük bir güvenlik duygusu içinde yaşıyorsunuz, çünkü 'baba'ya ihanet etmiyorsunuz. Devletin yanındasınız.

'Devlete ihanet etmeden muhalefet' heyecanı mı insanları tekrar militanlaştırdı?

80 öncesinde yaşanan acılar insanların politikayı değersiz görmesiyle sonuçlandı. Bu durum, apolitiklikliği bir bakıma meşrulaştırdı. 'Bütün kötülükler politikadan gelir. Politikayı çıkar peşinde olanlar yapar' filan... Oysa politik olandan uzaklaşmak, politikanın güç kaybetmesi bir ülke için olabilecek en kötü durum.

AKP LİBERALİZMİNİN TOPLUMSAL KÖKLERİ VAR

Bu dönemin insanlarının çok yoğun ideolojik okumalar içinden geldiğini biliyoruz. Bu birikime rağmen itirazlar neden sığ kaldı?

Batı'da Sovyet sisteminin, totaliter rejimlerin çöküşüyle insan hakları ve demokrasi gibi konular itibar kazandı. Batı, demokrasi ve insan hakları merkezli bir düşünce sürecine girdi. Bizde bu süreç pek yaşanmadı. Bunun yerine Özal'la birlikte apolitik bir pragmatizm dönemine girildi. Ülkenin politik nitelikli pek çok sorunu ekonomi düzeldiğinde kendiliğinden çözülebilir gibi sunuldu. Apolitik liberal ortam biraz rahatlattı insanları. İddiasız olduğu için yerleşik cumhuriyet kurumları nezdinde de büyük tehlike değildi.

AK Parti liberalizmini Özal liberalizmine kıyasla tehlikeli yapan ne?

Özal liberalizminin iddiası ekonomik büyümeyi sağlama hedefiyle sınırlıydı. AKP benzer pragmatik söylemi korusa da beraberinde kültürel ve sosyal iddialar da taşıyor. Bu oy tabanından geliyor. Sadece ekonomik bir fenomen olarak algılanmıyor ve bu da risk etkisi uyandırıyor. Daha toplumsal kökleri, daha kültürel bağları olduğunu görüyoruz.

12 Eylül'de sağ ve solun ciddî karşıtlığını, hatta bunların kendi aralarındaki fraksiyon mücadelesin görürüz. Bugün ise ulusalcı-solcu ittifakı var?

Bu hem AB politikaları hem de ulusun yeniden keşfiyle ilişkili. Günümüzde en önemli fenomenin politik alanın daralması olduğu söyleniyor. Birçok konu politik alanı işgal ediyor. Bunların başında ekonomi var. Sol veya sağ hükümetler arasında artık az fark var. Ekonomik politikalar yakın. Başka türlü olamıyor, kriz çıkıyor. Yöneticilerden beklenen de yönetim becerisi oluyor. Aynı süreç hukuk için de geçerli. Ulus devletlerde, devletin egemenliği büyük ölçüde hukuksal ve ekonomik süreçler tarafından azaltılıyor. Batı'da ulus devletler bunu görüyor. AB ekonomi uzmanı bürokratlar ve hukukçular tarafından kuruluyor. Fransa'da, referandumda "AB'ye hayır!" çıkması sonucunda büyük bir tartışma başladı. Temel soru "AB kuruluyor ama milleti yok. Bu nasıl olacak?" oldu. Politik değil, sadece ekonomik ve hukuksal bir birlik. Ama aynı zamanda ulus devletlerimizin de egemenliğini azaltıyor, güçsüzleştiriyor. Benzer bir tartışma bizde de var ama aradaki fark benim için önemli.

TÜRKİYE VE FRANSA EGEMENLİĞE FARKLI BAKIYOR

Hem Türkiye hem de Fransa meseleye ulusalcı refleksle bakıyor diyemez miyiz?

Fransa için önemli soru demokrasinin demosu (halk) nerede temsil edilecek, nerede politikaya katılacak. Demokrasi eksikliği yurttaşın politik gücünde bir azalma olarak algılanıyor. Çünkü demokratik egemenlik diye bir kavram var orada. Yani egemenlik deyince demosun egemenliği, yurttaşın gücü akla geliyor. Bizde AB karşıtları için söz konusu olan demosun egemenliği filan değil, devletin egemenliği. İnsan haklarının devlet karşısında savunulması, ekonomik standartlar devletimizin egemenliği için problem teşkil ediyor. Türkiye'de pek çok konuda "Batı'daki tartışmaların aynısı yapılıyor" duygusuna kapılıyorsunuz ama sonrasında bozulmuş bir temsili görüyoruz. Türkiye bozarak yansıtan bir ayna gibi...

Başörtüsü tartışmalarında itirazlar AB'yi savunan kesimden de geldi.

Konunun türbanla bir bağını göremiyorum. İktidar, AB'ye entegrasyon sürecinde bir hevessizlik olduğu izlenimini bırakıyor. İzlenim yanlış olabilir. O zaman hükümet düzeltilmesi yönünde çaba harcamalı. Bir hevessizlik ve ağırdan alma durumu varsa da sadece AKP'yi suçlayamam. AKP, bunu bütün parlamenter ve kurumsal muhalefete yani büyük bir anti AB koalisyonuna rağmen yapıyor. Tersi attığı her adımda eleştiriliyor. Sürekli ihanetle suçlanarak yapıyor AB reformlarını. Bu kolay bir şey değil.

Özgürlükçü sol ve liberallerin türbanın tekil bir özgürlük olarak getirilmesine tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Liberaller AKP'den devamlı kendisini aşmasını bekliyor. Kimsenin demokrasi talep etmediği özellikle de cumhuriyet kurumlarının böyle bir talebinin olmadığı yerde daha demokrat olmasını ve asla hevesini yitirmemesini bekliyorlar. Bir parti tek başına demokrasiyi ne kadar ilerletebilir. Benim en fazla sarsıldığım nokta 301 konusudur. Belki de AKP kendi içinde bunu yapabilecek kadar demokratik yönünü henüz egemen kılmış değil.



Kamusal alan için ne düşünüyorsunuz?

Kadınların yüzde 70'inin başı örtülüyse başörtüsü kamusal alana girmesin demek kadınların yüzde 70'ini çalışma hayatından dışlamak anlamına gelir. Bir toplum böyle yaşayamaz. Ayrıca kadınları kamusal alandan dışlamak cumhuriyet projesine terstir. Başını aç öyle gel demek zaten son derece despotçadır. Bir de riyakarlık var. Türbanlı kadınlar istihdam ediliyor ama hademelik, çaycılık gibi işlerde. Burada bir sınıf meselesi olduğunu görüyoruz.


Bütün bu muameleye maruz kalan muhafazakârlar da çok farklı değil. 301'i konuşmak hala birçok insanı ürkütüyor. İki tarafında ortak paydası çok.

Demokrasi tecrübesi önemli. Demokrasi somut problemler karşısında somut çözümler getirmeye çalışarak öğreniliyor. Biz bir bakıma ütopya toplumu gibi olduk. Türkiye 'Truman Show' gibi. Dış dünyaya çıkmaya çalıştığımız anda tehlike zilleri çalıyor. Mesela AB bir çıkışsa, hemen bir tehlike zili çalıyor.

Her şey politika eksikliği ya da laikliğin yanlış anlaşılması ile mi ilgili? Şeriat devleti kurma tehlikesi yok mu?

Türban tartışması ile birlikte akla hemen daha büyük sorular geliyor. Tartışma kamusal alandan şeriata uzayıp gidiyor. Bu Descartes'ın kurgusu olan 'Habis cin'i hatırlatıyor. Kuşkuculuk yöntemi felsefede her zaman vardı ama bu daha çok duyusal şeylerden kuşku duyma şeklindeydi. Descartes ise iki kere ikinin dört ettiğinden bile kuşku duymak ister. Bunun için radikal bir kuşku yöntemine -hiperbolik- aşırı kuşku dediğimiz bir yönteme başvurur. "Habis cin" metaforunu üretir: "Ya ben iki kere ikinin dört ettiğini düşünürken bile yanılıyorsam! Ya bu konuda yanılmamı isteyen kötücül bir cin varsa?' Sanki bizde de böyle bir 'habis cin' iş başında! 'Üç öğrenci içeriye girecek hemen şeriat devleti kurulacak.' Bu bizim herhangi bir sorunu somut, sınırları belli bir sorun olarak ele almamızı engelliyor ve hemen bir rejim sorununa dönüştürüyor.


Birçok insan gibi beni de rahatsız eden türbanın bir Anayasa meselesi olarak gündeme gelmesi. Bu konuda bir yasak olmadığını biliyorum. İdari olarak bunun uzun olmayan bir süreç içinde çözülmesini tercih ederdim. Uygulamadaki yasak herhangi bir yasadan değil tamamen YÖK ve büyük ölçüde onun seçtirdiği rektörlerden kaynaklanıyor. Onun da arkasında üniversitedeki akademisyenlerin zihniyet sorunu var. Zihniyet sorunu derken de laiklik üzerine çok az düşünmüş olmayı kast ediyorum.


Lâiklik ve başörtüsü tartışmaları gündeme geldiğinde neden hep Fransa örnek verilir?

Fransa'daki tartışmalar o kadar farklı ki... Oradaki tartışmalarda laik cephenin mesele üzerine daha derin düşünmüş olan mensupları entegre eden bir laikliği savunuyor. "Laiklik bir toplumda entegrasyon aracıdır" diyor. Değişik mezheplerin, görüşlerin aynı politik çerçevede entegre olmasıdır kastedilen. Unutmayalım ki laiklik entegrasyon aracı değil de dışlama aracı olursa kendini yok eden, inkâr eden bir laiklik olur.

Öyleyse bizdeki laiklik, laiklik değil?

Türbanlı genç kızlardan okula girmemelerini isteyerek dışlayan, işlevini yerine getirmeyen bir laiklik anlayışı savunuluyor. Böyle düşünen arkadaşlara soruyorum: Öğrencilerin üniversiteye gelmemesini istiyorsunuz, dışarıda da tarikatların olduğunu ve onların 'şeriat peşinde' koştuğunu düşünüyorsunuz. Gençleri okula almayarak tarikatların eğitimine mi terk edeceksiniz? Eğitiminize mi güvenmiyorsunuz? Niçin onları ikna etmeye çalışmıyorsunuz? Cumhuriyetin en büyük aracı kurumu okuldur. Çocukları okulun dışına atmak, cumhuriyetin dışına atmaktır. Yani eğer o açıdan bakıyorsanız, 'şeriatın kollarına' atıyorsunuz gençleri.


YARIN
:





16 yıl önce