Türkiye'nin siyaset tarihine geçecek ve eminim ki ileride çok tartışılacak bir süreçten geçiyoruz. Gün geçmiyor ki, yeni bir siyasi gelişmeyle ve tartışmayla karşılaşmayalım. Gezi olaylarıyla başlayan, olayların yatışmasıyla birlikte bütün yorumcuların 'zorlu sonbahar' kehanetiyle devam eden süreç, dershane çatışmasının dumanı tüterken 17 Aralık operasyonlarıyla bambaşka bir hâle evrildi. Başbakan Erdoğan'ı hedefe koyduğu şüphe götürmeyen son operasyon dalgası aslında, yaşanırken tahlil edilmeyi fazlasıyla hak eden bir olay. Bu yüzden ben de sorularımı, Gazi Üniversitesi öğretim üyesi, SDE uzmanlarından siyaset bilimci Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş'e yönelttim.
Türkiye, son 11 yılda önemli bir mesafe kat etti. Geçmişte hayali bile kurulamayacak gelişmeler yaşanıyor. Yaşanan bu gelişmeler ise son 11 yılda askerî ve bürokratik vesayetin geriletilmesinin sonucudur.
Kelime anlamıyla vesayet, kendi kararlarını alma yeterliliğine sahip olmayan bir kişinin veyâ kurumun yerine geçerek kararları almaktır. Türkiye'de geçmişten itibaren yaşanan buydu. Bazı askerî ve sivil odaklar, siyâsî iktidara güvenmeyip kararları almak istediler. Demokrasilerde yönetme yetkisini halk verir. Siyaset kurumuna ve halka güvenmeyip halktan almadan bir yetkiyi kullanmak istiyorsanız, vesayetçisiniz demektir. Vesayetçi kurumlar için halkın belirli bir konuda ne düşündüğü önemli değildir. Bunlar halkı umursamadan kendi zihinlerindeki projeyi uygulamaya alırlar ve bunun içinde baskı ve zor gibi yöntemler izlemekten kaçınmazlar.
İster askerî kanattan, ister bürokrasiden gelsin, vesayet ve vesayetçi dayatmalar kabul edilemez. Demokrasi, hesap verme rejimidir. Partiler, projeleriyle yarışırlar. Projeleri en çok destek alan partiler ise, vadettikleri projeleri hayata geçirmek zorundadırlar. Seçmen karşısında sorumluluk bu partilerin üzerindedir. Siyasetçiler de verdikleri sözleri tutmak zorundadırlar. Yani verdikleri kararın olumlu ya da olumsuz sonuçlarına katlanacak olanlar siyasetçilerdir. Bu sebepten ötürü de bütün meşru iktidarlar, iktidarlarını başka güç odaklarıyla hele de demokrasi dışı unsurlarla paylaşmak istemezler. Bunda da haklıdırlar.
Bunun altında bir ölçüde kolaylık, ama esas itibariyle de halka duyulan güvensizlik var. Siyaseten doğru karar vermenin ancak belli kimselere ve kesimlere özgü olduğunu düşündü vesayetçiler. Cumhuriyet kurulduğundan beri bunun örneklerini görüyoruz. Milletin fazla ileri gittiğini düşündükleri zaman da, 1960'da, 1971'de, 1980'de ve en son 1997'de olduğu gibi, müdahale etmişlerdir. Son 11 yılda iktidarın gücü ve kararlılığı sâyesinde bu geriletilmiştir. Fakat, bu iradenin zayıflaması durumunda tekrar aynı durumla karşılaşmak mümkündür.
Yetkisini halktan almayan, oy almadan iktidar olmak isteyen hiçbir yapının karar verme mekanizmalarına hakim olmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde davranmaya çalışan her yapı, son tahlilde vesayetçidir.
Sivil toplumun en önemli özelliklerinden birisi, bireylerin özgür iradeleri ile söz konusu yapıya katkıda bulunmalarıdır. Sivil toplumun en önemli özelliklerinden birisi halkın taleplerini iktidara taşımak ve iktidarı bu talepler konusunda denetlemektir. Bu denetleme de sivil bir üslupla olmalıdır. İktidarı belli kararları almaya zorlarken demokrasi dışı yollara başvurmak, sivil toplum yapıları için söz konusu değildir.
Dershanelerin kapatılması veyâ dönüştürülmesi konusunda, dershane sahiplerinin, buralarda görev yapanların fikir beyân etmesi çok doğaldır. Bizdeki tartışmada, dershane sahiplerinden ve öğretmenlerden bir kısmının bu karara karşı çıkarken, bir kısmının da destek verdiğini görüyoruz. Görüş sahipleri, kamuoyu oluşturmak isteyebilir.
Başbakanın burada kastettiği belli. Başbakan, dershane vesilesiyle Cemaatin kendisiyle bir güç mücadelesine girdiğini düşünüyor. Halk karşısına çıkıp oy isteyen, bu anlamda siyasi risk alan bizzat kendisi. Demokrasi içinde farklı fikirlerin ortaya çıkması gayet doğaldır. Fakat kendi görüşlerinizi siyasi yapıya dayatmaya çalışırsanız, siyaset kurumu da buna tepki verecektir. Tabii, biz bu yorumu, gördüğümüz gelişmelere bakarak yapıyoruz. Başbakanın başka ve bizim bilmediğimiz kimi durumları hesaba katarak böyle konuştuğu da düşünülebilir.
Cemaatin oy potansiyelini bilmiyoruz. Bunu Cemaatin tepe isimlerinin de bildiğini sanmıyorum. Ayrıca, bu tür yapılardaki siyasi eğilimlerin öngörülebilir olduğunu da düşünmüyorum. Başbakan açısından bakıldığında, elbette seçimlere gidilirken böyle bir tartışmaya girmek risktir. Anlaşılan, Başbakan muhtemel maliyeti çok yüksek görmüyor.
Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru hakkı 2010 referandumu ile getirilmişti. Mahkeme kurumsal hazırlığını yaptıktan sonra başvuruları almaya başladı. Daha önceki başvurular nisbeten küçük davalardı. Alışık olduğumuz, düşünebildiğimiz bir karar değil bu. Balbay kararının hukuken doğru bir zemine oturduğunu düşünüyorum. Anayasa Mahkemesinin bu kararı benzeri durumlar için de emsal oluşturmalı. Bakın öyle ilginç durumlar var ki! Örneğin şahsın hükmü kesinleşse alacağı cezanın mevcut düzenlemeler dolayısıyla infaz süresi şimdiki tutukluluk süresini aşıyor. Yani adam tutuklu ama mahkeme kararını verip
mahkûm olursa özgürlüğüne kavuşacak! Uzun yargılamalar nedeniyle bir tür mağduriyet oluşturuluyor. Ancak aynı durumdaki KCK'lılar için tutukluluğun kaldırılmaması da ilginç.