|

Avro-İslam: Bir korku paradigması ötesi

Önyargıları ve yanlış algıları kırmak üzere kurulan BM Medeniyetler İttifakı gibi uluslararası kuruluşlar, Paris saldırısı sonrası Fransa’nın marjinalleşmiş Müslüman topluluğu ile işbirliği içinde sorunların çözümüne çağrı yapan Luc Besson gibi aydınlar, Batı’nın İslamileşmesine Karşı Yurtsever Avrupalılar (PEGİDA) yürüyüşlerinden sonra Dresden’deki fabrikasını kapatan Volkswagen gibi firmalar ve sorunun çözümüne ilgi duyan tüm taraflar bu platformun partneri olabilir.

Yeni Şafak
04:00 - 7/02/2015 Cumartesi
Güncelleme: 20:52 - 6/02/2015 Cuma
Diğer
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
ELŞAD ISKANDAROV - BÜYÜKELÇİ, İİT’YE BAĞLI BİR ULUSLARARASI KURULUŞ OLAN İSLAM KONFERANSI DİYALOG VE İŞBİRLİĞİ GENÇLİK FORUMU BAŞKANI

Charlie Hebdo’ya yapılan kanlı terör eylemi sonrası hem Avrupa hem de dünya çapında Avrupa’nın İslam’la ilişkileri, özellikle Avro-İslam yüzü ön plana çıktı. Aslında konu medeniyetler arası etkileşimin daha büyük bir paradigmasının parçası – batının merkezi olarak Avrupa’nın İslam medeniyetlerine karşı durması 11 Eylül terör eyleminden bu yana dünyanın odak noktasıydı ve dikkatler Ukrayna krizi sayesinde henüz başka yöne dönmüştü.


ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgali, Türkiye’de AK Parti’nin güçlenmesi, Arap Baharı ve sonrasında Suriye ve Irak’ın kan gölüne dönmesi gibi kayda değer olayların tamamı 15 yıl boyunca Avrupa ve Avrupa’nın kendi Müslüman azınlık nüfusuna tutumunu ilgilendirmesi yönüyle alınıyordu.

Baskın Avrupa perspektifi, “İslamcı şiddet”in artmasına vurgu yaptı ve mütemadiyen bu sözde “İslami tehlike”nin, üstü açık ya da kapalı ne zaman Avrupa’yı ele geçireceği sorusuna konsantre oldu. Karl Marx’ın dediği gibi son 15 yılda “İslamcılık hayaleti Avrupa’ya musallat oldu.” Ne yazık ki, Avrupa’nın İslam ve Müslüman vatandaşlara dair genel kamu algısının, yükselen İslamofobi’nin temelini oluşturan bir korku paradigmasını gelişmektirmekte olduğunu söylemek abartı olmaz. Bu korku paradigması ise esasen üç unsurdan oluşuyor:

Korku Paradigması 

İslamofobinin arkasındaki hikaye, öncelikle Avrupa’nın Müslüman nüfusunun hızla arttığını anlatıyor. Müslüman olmayan Avrupalıların yaşlanma ve nüfuslarının azalma eğrisi göz önüne alındığında, birkaç on yıl içinde İslam savunucularının, Avrupa nüfusunun çoğunluğunu teşkil edeceği görüşü hakim. 2014 yılında yapılan Ipsos-Mori araştırmasına göre, anketlere yanıt veren Fransızlar, ülkelerindeki vatandaşlarının %31’inin müslüman olduğunu düşünüyor, Almanlar’da da benzer bir kamu algısı mevcut ve tahminler %19 oranında. İngilizler ise ülkedeki her 5 kişiden 1’inin Müslüman olduğunu düşünüyor.

Korku paradigmasının ikinci unsurunu Avrupalı Müslümanların Avrupa değerlerini kabul etmediği, Avrupa toplumunun temellerini oluşturan demokrasi, insan hakları, farklı inançlara inanç hoşgörü gibi çekirdek değerleri reddettiği iddiaları oluşturuyor. Bu görüşe göre, Müslüman göçmenlerin - ikinci hatta üçüncü nesil olanların bile örneğin kadınlara özgürlük tanınması ya da fırsat verilmesi gibi ilkeleri küçümsüyor ve kendi hayat tarzlarını topluma empoze ediyor. Tamamen tesettürlü (Avrupa’da ‘Burkalı’ denir) 4 eşli Müslüman erkek figürü, bu algının en popüler imgesi haline gelmiş durumda.

Bu algının üçüncü yönü ise Müslümanların şiddet tandansının çok güçlü olduğunu savunan ideolojik görüşler. Bir televizyon yorumcusunun dediği gibi “Tüm Müslümanlar terörist değil ancak tüm teröristler Müslüman.” Tüm bu algılar bir araya gelince Rönesans’tan bu yana var edinilmiş Avrupa’nın varlığına karşın Müslümanların yayılmasıyla “kitlesel ve yakın tehdit” imajı temelinde kolektif bir korku paradigması oluşturuyor.

Algılar gerçek değil

Peki, bu algıların gerçek bir dayanağı var mı? Gerçeklere daha yakından baktığımızda, Avrupalıların doğru olduğunu zannettiklerinden çok daha farklı bir resim ortaya çıkıyor. 

Avrupa’daki Müslümanların sayısı gerçekten de arttı fakat halen popüler toplum algısının yanından geçebilecek kadar değil. PEW Araştırma Merkezi’nin yapmış olduğu çalışmalara göre Avrupa’daki Müslüman nüfusun oranı 1990’da %4,1’ken 2010 yılında yalnızca %6’ya yükseldi. Örneğin, en yoğun Müslüman nüfusun bulunduğu bilinen Fransa’da Müslüman nüfusun gerçek varlığı %7,5; bu da toplum algısının 4’te 1’inden daha az.  Almanya’da oran %5,8; toplum algısının 3’te 1’i bile değilken, yine İngiltere’deki müslüman nüfusu %4,8 dolaylarında ve sanılanın 3’te 1’inden daha az. Hatta mevcut demografik eğilim araştırmaları bile 2030 yılına gelindiğinde tüm Avrupa kıtasındaki Müslüman nüfusun maksimum %8 olabileceğini söylüyor. Bu rakamlar Müslümanların yakın gelecekte Avrupa’yı ele geçirmesinin imkansız olduğunu açıkça ortaya koyuyor. 

Avrupa toplumlarında Müslümanların entegrasyon ölçütü konusundaki algıya gelindiğinde de aynı eğilim geçerli. Araştırma sonuçlarına göre Fransız vatandaşı Müslümanlar öncelikle Fransız kimliklerinin kendileri için ön planda olduğunu ifade ediyor; sonrasında etnik ve dini kimikleri geliyor. Dahası, her 10 Fransız Müslümandan 7’si Müslüman olmak ve modern bir toplumda yaşamak arasında bir çelişki görmüyor. Aynı görüş Fransız toplumunun %74’ünün de bu yöndeki düşüncesini yansıtıyor. 

Neticede, şu cümle İslamofobik paradigmanın en korkunç resmini ifade ediyor: “Tüm Müslümanlar terörist değil ancak tüm teröristler Müslüman.” Bu  genel kamu algısının tam aksine, Europol (İnterpol’ün Avrupa muadili) verileri 2013 yılında AB’de gerçekleştirilen 152 terör saldırısının yalnızca 2’sinin “dinsel motivasyon” kaynaklı olduğunu ortaya koyuyor –bunu eylemin İslamcılar tarafından gerçekleştirildiği şeklinde okuyalım. 2012 yılında ise toplam 219 terör eyleminin yalnızca 6’sı dinsel motivasyonla gerçekleştirilmiş. Toplamda AB’deki son beş yıla baktığımızda ise sözde “İslamcı teröristler”in terör eylemlerinin yalnızca %2 oranında olduğunu görüyoruz. 

Cui bono?

Gerçekler başka bir resim ortaya koyuyorken neden Avro-İslam paradigması, İslam dininin ve mensubu olan Müslümanların fobi tuvalinde boyanıyor? Yukarıdaki tüm veriler gerçek ile kamu algısı arasında bir uçurum olduğunu ortaya koyduğu gibi, bunun yanında İslam dinine ve Müslümanlara karşı yaygınlaşan fobilerin arkasında bilinçli bir manipülasyon olduğu neticesine erişiliyor. Bu netice haliyle aklımıza başka bir soru getiriyor: Cui bono? – Kime yarıyor? Bu soruyu yanıtlarken korku paradigması ve Avrupa’da faşist politikalar yürüten aşırı sağın yükselişi arasındaki bağı görmemek imkansız.

Avrupa’da aşırı sağın yükselişi Charlie Hebdo saldırısından çok önce başladı ve 2008 ekonomik krizi ile güçlü bir ivme kazandı. Kıta genelindeki işsizlik yeni aşırı sağa enerji katarken, göçmen karşıtı nefret ve ırkçı algılar, aşırı sağcı görüşün Avrupa’nın her yanına ulaşmasının yolunu açtı. Ancak İslamofobik duyguların, yeni aşırı sağı ne kadar besleyebileceği henüz geçen yılki Avrupa Parlementosu (AP) seçimlerinde ortaya çıktı.

AP seçimlerinde %25 oy alan Marine Le Pen’nin Ulusal Cephe’si, %28 oy alan İngiltere Bağımsızlık Partisi (UKIP)’den, faşist unsurları akılcı bir biçimde kullanan Daha İyi Bir Macaristan için Jobbik Hareketi ve AP’de ilk kez sandalye bulan Yunanistan’ın Golden Dawn’ına kadar Avrupa’nın aşırı sağı “öteki”lere yöneltilen fobilerin başlıca müstefidi oldu. İşin aslı, azınlık karşıtı yaklaşımlar yalnızca Müslümanları hedef almıyor. Macaristan’ın Jobbik’i esasen Romanları ve Hollanda’nın İslam saldırılarıyla adı çıkmış Geert Wilders’ı marjinal Polonyalıları hedef alıyor. Fakat nüfustaki hacmi ve kültürel “ötekiliği” yüzünden Müslüman azınlıklar, korku politikalarının ilk kurbanı ve İslamofobi de yeni aşırı sağın itici gücü durumunda.

Tünelin sonunda ışık var mı?

Charlie Hebdo saldırısına gelen tepkiler, analizlerde hakettiği değeri bulamayan nüansları ortaya çıkardı. Aşırı sağcı radikaller, terör saldırılarını Müslüman karşıtı yaklaşımlara yeni bir sarmal getirmek için kullanırken, Avrupa’nın ana akım politikacıları belki de ilk kez bu denli radikalizm ve İslamofobi ile mücadele konusunda birlik mesajları verdi. Gerek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Ahmet Davutoğlu Paris yürüyüşüne katılması, gerekse Fransız ve Alman liderlerin “saldırıların Avrupa’daki Müslüman toplumlar ile bağdaştırılmaması” söylemi aslında Avrupalı elitlerin aşırı sağı reddetmesi ile Müslüman karşıtlığının ana akım siyasi partiler açısından genel memnuniyetsizlik içerdiğini pekiştirdi. 2010 yılında multi-kültüralizmin öldüğünü ifade eden Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in bile “Müslüman karşıtı güçler” karşısında birlik çağrısı yapması ve “İslam Almanya’ya aittir” söylemi hayli şaşırtıcıydı. Ancak aşırı sağcı muhaliflerin okuduğu gibi özel bir “Müslüman sevgisi”nden ziyade, Merkel’in bu ifadesi ana akım Avrupa partilerinin, modern aşırı sağ ile azınlıklar, göçmenler, İslam ve Müslümanlar arasında ayrıştırıcı görüş farklılıkları olduğu ve bu ırkçı eğilimin ana akım siyasi partilerin geleceği konusunda tehlike yarattığı konusunda ciddi endişeleri olduğunun göstergesiydi. 

Faşizme Karşı Birlik sözcüsü Weyman Bennett, ekonomik kriz döneminde Avrupa liginin, 1930’larda Avrupa demokrasine zarar verenler gibi faşist sokak kuvvetlerini diriltmekle tehdit etmesine benzer şekilde aşırı sağın yükselişinden bahsetmişti. Dahası durumu, demokrasiye karşı böylesine büyük bir tehlikenin arkasındaki ana itici güç olarak tanımlamıştı: “Nazilerin anti-Semitizm söylemi, Yahudiler için kültürel nefreti hassas noktasından vurdu. Bugünlerde ise aynısının Müslümanlara İslamofobi üzerinden yapıldığı aşikar.” Bu akımlar Avrupa ana akım politikacılarının “öteki”ne karşı duyulan nefretin çirkin yüzü ile savaşma maksadının ciddiyetini kanıtlarken, aynı zamanda kaçırılmaması gereken bir momentum yaratıyor.

Avrupa’daki Müslüman azınlıkların gençliği de dahil olmak üzere, İslam gençliğine daha aydınlık bir gelecek yaratmak için farklı kültürler arasında köprü oluşturmayı amaçlayan kurumumuz İslam Konferansı Diyalog ve İşbirliği Gençlik Forumu olarak, bu yöndeki hedefin gerçekleştirilmesinde somut adımlar atılması için oluşturulacak bir platform kurulması konusunda çağrıda bulunuyoruz. Bu platformun siyasiler ve sivil toplumu, medya ve aydınları Avrupalıların hangi siyasi, dini ve etnik arka plana sahip olursa olsun, birlik oluşturulması için ortak gayretlerde bir araya getirmesi gerektiğine inanıyoruz. Platform, tıpkı Uluslararası Faşizm ve Anti-Semitizmle Mücadele günü gibi Avrupa İslamofobi ile Mücadele Günü tesis edilmesi konusu başta olmak üzere, geniş çapta güncel meseleler üzerinde çalışacak ve Avrupa kültürü ile İslam arasındaki ilişkilerin tarihsel akışını medya yoluyla ortaya koymanın yanı sıra Müslüman toplulukların yaşadığı bölgelerdeki marjinalleşmiş gençlere ulaşmayı amaçlayan faaliyetler gerçekleştirecek.

Bu görevin ağırlığının bilincinde olarak, ilgili tüm taraflara ve partner olacak kişi, kurum ve kuruluşlara el uzatmaya hazırız. Önyargıları ve yanlış algıları kırmak üzere kurulan BM Medeniyetler İttifakı gibi uluslararası kuruluşlar, Paris saldırısı sonrası Fransa’nın marjinalleşmiş Müslüman topluluğu ile işbirliği içinde sorunların çözümüne çağrı yapan Luc Besson gibi aydınlar, Batı’nın İslamileşmesine Karşı Yurtsever Avrupalılar (PEGİDA) yürüyüşlerinden sonra Dresden’deki fabrikasını kapatan Volkswagen gibi firmalar ve sorunun çözümüne ilgi duyan tüm taraflar bu platformun partneri olabilir. Avrupa’nın geleceğinden, daha da önemlisi güçlüklerle kazanılmış sivil özgürlükler, hoşgörü ve karşılıklı saygı kavramlarının yeniden kaybolmasından endişe duyan herkesi bu platformda yer almaya davet ediyoruz. Avrupa Aydınlanma çağı filozofu Voltair’in “Sizi saçmalıklara inandıranlar, size katliam işletebilirler” sözünün gerçekliğini idrak etmiş herkesin bu mutedil platformda yer alması gerektiğine inanıyoruz.
#Charlie Hebdo
#Avrupa
#11 Eylül
#Müslüman
9 yıl önce