|

Batı’nın medeniyet dili görseldir Doğu’nun dili ise hikayedir

Batı medeniyetinin temelinin görselliğe Doğu medeniyetinin ise hikayeye dayalı olduğunu söyleyen Necip Tosun, “Doğu’nun Hikaye Kuramı” kitabını yazar Güray Süngü’ye anlattı.

Yeni Şafak
20:16 - 1/03/2015 Pazar
Güncelleme: 18:31 - 1/03/2015 Pazar
Yeni Şafak
GÜRAY SÜNGÜ
Hemen Doğu’nun Hikâye Kuramı’na girmek istiyorum. Hikâye neden doğudan gelir?

Batı’da resim, heykel gelişirken, Doğu’da ağırlıklı olarak anlatı sanatlarının gelişmesi kuşkusuz bir medeniyet algısının sonucudur. Bu bağlamda Doğu ve Batı sanat anlayışındaki farklılık resme bakışta daha da netleşir. Resim, Batı sanatının merkezindedir. Batı daha çok kendini “resimle” anlatmıştır. Din, siyaset, düşünce hemen her şeyi, Batı, resim üzerinde belgelemiştir. Her dönemde resim dini yorumlamış, Hıristiyanlıkla yan yana yürümüş, aynı serüveni yaşamıştır. Kilise ve resim iç içe girmiş, büyük bir mesaj taşıyıcısı olmuş, hatta giderek dinin görsel malzemelerini, ikonlarını üretmiştir. Kilise sanatın/resmin gücünü sonuna kadar değerlendirmiştir. Çizilen suretler bir kutsala dönüşmüş, tüm kutsal kişilikler resmedilmiştir. Dönemin tüm ünlü ressamları kilise için resimler üretmiş, anlaşmalar yapmışlardır. Ancak resimlerin tümünün bir “hikâye” anlattığı, bir olaya, bir kıssaya ya da tarihsel belgeye yaslandığı görülür. Her resim apaçık bir hikâye anlatır. Pek çok olayın “hikâye”si resimle anlatılmıştır. Bazen tek resimle de yetinilmemiş, ebatları farklı dizi resimlerle hikâye resmedilmiştir. 

Doğu medeniyetinde ise resim ve heykelin put olarak algılanması (böyle yorumlanması) sonucu getirilen yasaklar iki önemli gelişmeye neden olmuştur. Öncelikle yazıyla resim yapmak yoluna gidilmiş sonuçta “yazı-resimler” ortaya çıkmıştır. Böylece yazı ile resim birleşmiş ve yeni sanat yorumları doğmuş, minyatür, tezhip ve yazı-resimler üretilmiştir. Bu resim yasağı algısı (yorumu) öte yandan da “anlatı” geleneğini, söz kültürünü beslemiş, geliştirmiştir. Batı, hikâyesini çizerek resme aktarırken, Doğu tümüyle sözde yoğunlaşmış, bütün dikkatini buraya vermiştir. Doğu anlatacağı her şeyi hikâyeyle ifade etmiş, destanlarda, masallarda, halk hikâyelerinde, hayatı, ahireti yorumlamıştır. Doğu hikâyeleri tümüyle bu medeniyetin bütün unsurlarını, coşku ve acılarını hikâyeyle ifade etmiştir. Medeniyetin bütün hassasiyetleri, gelişim ve durgunlukları hikâyelerde yer bulmuştur. Çünkü Doğu’da kıymetli olan sadece ve sadece sözdür.

Şiire, vezne, kafiyeye, hikâyeye, güzel söze düşkün Doğu toplumu hayatı ve ahireti anlamak, anlatmak, hikmetleri kavramak için vaaz ve risaleler dışında sanata, hikâyeye, şiire tutunmuş, onunla medeniyet algısını açıklamıştır. Batı medeniyeti için resim sanatı neyse Doğu medeniyeti için hikâye odur. Bu yüzden hikâye Doğu’dan gelir.


YERLİ KLASİKLERDE KARMAŞA


Calvino’nun klasikleri niçin okumalıyız sorusuna ve cevabına öykünerek soracağım, Doğu hikâyelerini neden okumalıyız?

Ülkemizde yaşanan temel eksikliklerden biri, geçmişle, birikimle kurulan bağdaki zayıflık ve kültürel, edebî mirasa ilişkin kayıtsızlık, kadirbilmezliktir. Örneğin dünyanın neresinde olursanız olun o ülke insanının kendi klasiklerine ilişkin bir listesinin olduğunu görürsünüz. Yine Batı medeniyetine ilişkin rahatlıkla bir klasik sıralaması yapabilirsiniz. Ama Türk klasikleri ya da Doğu klasikleri dendiğinde üzerinde anlaşabileceğimiz bir klasik sıralaması yapmak o kadar da kolay değildir. Günümüz okuru, edebiyatçısı sanatsal, kültürel edebî yol haritasından, kılavuz çizgilerinden, sınır taşlarından, öncü prototiplerden yoksundur. Kültürel kopuş hatta yıkım derinleşerek sürmektedir. Oysa bu topraklarda zengin bir hikâye geleneği var. Bu nedenle medeniyetimizin özellikle kurucu edebî klasiklerinin anlam dünyasının deşifre edilmesi gerekmektedir. Çünkü klasik metinler okunmadan, geçmişin ruhu yakalanamaz, yaşanan zamana nüfuz edilemez ve yeni klasikler ortaya konamaz. Klasiklerimizle yüzleşme, analiz gerçekleşmeden medeniyetimizin ruhuna dokunamayız. Bu anlamda klasikleri yeniden keşfetmek, zamanın anlayışı ve diliyle yorumlamak ve özgün açılımlarla hafıza kaybını giderecek adımlar atmak gerekir. Kurucu edebî klasikler çözümlenmeden insan doğası, birikimi hep eksik kalacaktır. 


Kadim hikâyenin üç dilinden bahsediyorsunuz. Arapça, Farsça ve Türkçe. Bu diller arasında da hem coğrafyanın hem de kültür ve dinlerin gereği olarak bir bağ var şüphesiz. Dil ile hikâye arasındaki bağa dair ne söylenebilir? Bu diller edebiyat dilleri olarak anılır da zaten ama artık doğuya da batıdan, batının dilinden bakmak gibi bir refleksimiz var mı sizce?

Dil aracılığıyla, düşüncedeki, ruhtaki çile, huzur, yangın, coşku dışa vurulur. Yazar açısından dil, sadece duygu ve düşüncelerin dışa vurulduğu bir araç değil, aynı zamanda biçimsel yapı oluşturmak, güzellik “yaratmak” için de kullanılan bir malzemedir. Bir başka deyişle yazar, dil aracılığıyla sadece bir aktarma değil bir inşa, yapı oluşturma peşindedir. Dil, yazarın biçim tercihine göre şekil alır. İnsan ruhu elbette kelimelere sığmaz. Bu yüzden yazarlar ruh hâllerini, duygu titreşimlerini kâğıda dökmek isterken, amaç ve sonuç uzaklığıyla karşılaşırlar. Yazarlar, ruh ve düşünce dünyalarında olup bitenleri “sır havuzları”nda birikenleri temsil edecek, aktaracak bir sözcüğün, bir disiplinin peşine düşerler. Yazarlar, hem dili kullanmak hem de onu aşmak gibi bir açmazı yaşarlar. Bu nedenle yazınsal eserler aynı zamanda dil serüvenleridir. 

Öykü, dile yaslı bir sanat. Dolayısıyla dil başarısı ile öyküde pek çok şey yapılabilir. Zaten dil aracılığıyla düşüncedeki, ruhtaki çile, huzur, yangın, coşku dışa vurulduğuna göre, eğer bir yazar bunu yapamazsa, yani ruh hâlini, düşünce dünyasında olup bitenleri hakkıyla kelimelere dökemezse, ortaya çıkan şeyden önce kendi mutmain olmaz. Elbette öyküde dil çok önemlidir. Çünkü öykü, düzyazı olmasına rağmen onun sınırlarını zorlayan bir türdür. Günümüzde öykü, yoğun, akıcı, şiirsel, ritimli bir anlatım peşindedir. Bu da ancak dil başarısının yakalanması ile mümkündür. Bu anlamda dil barajını aşamamış öykünün başarı şansı azdır.

Dil, kuşkusuz gücünü yaslandığı gelenekten ve kültürden alır. Bizim bu anlamda derin   bir sarsıntı, kopuş yaşadığımız doğrudur. Ülkede yaşadığımız/yaşatıldığımız uygarlık ve kültür şokundan tabii ki dil de payını aldı. Ve bu süreçte kaybettiklerimizin sarsıcı boşluğunu yoğun bir şekilde dilde hissettik. Önce o kelimelerin anlam alanları hayatımızdan, muhayyilemizden çekildi. Arkasından o kelimenin içinin boşaldığını gördük. Böylece o kelimelerle aramızda bir yabancılık oluştu. Kısaca dilin hayatiyet alanları, anlam alanları daraltıldıkça, yok edildikçe onun yaşama şansı da azalıyor, içi boşalıyor. Oysa dil, bizim hakikatle kurduğumuz en sağlam işaretler dünyası. Onun içi boşaltılınca geriye ne kalıyor ki? Ama ben yine burada bir umutsuzluk görmüyorum. Hakikatle bağlantımız sürdükçe, bize öğretilen fıtrî dile ulaşmamızın mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bu anlamda öncelikle yazarlara büyük sorumluluk düşmekte. Öyküde kalıcı olmanın yolu galiba biraz da buradan geçmekte. 


ÖYKÜ BİRİKİMİN HAFIZASIDIR


Modern Öykü Kuramı’nda Necip Mahfuz’un romanından alıntıyla hikâye anlatıcılarının modern ile ilişkisini anlatıyordunuz. Doğunun Hikâye Kuramında da Hikâye Anlatıcıları başlığı var. Anlatılan hikâyeden yazılan hikâyeye doğru gelirken hikâyede neler değişmek zorunda kalmıştır size göre?

Sözlü gelenekte hikâye anlatıcıları; hayatı ve deneyimi yeni kuşaklara aktararak yarınlara taşımış, bu anlamda insanlığın belleği olmuşlardır. İnsanlığın ortak birikimlerini kelimelere ve seslere döküp, onların yankıları olmuşlardır. Onların önemleri soydan ya da savaşçılıklarından kaynaklanmaz. Tüm güçleri kelimelerdir. Yanlarında geçmişin birikimleri, geleceğin tasarımı, insanlara yaşadıkları hayatı aktarırlar. Özellikle sözlü kültürde, hep birikimin hafızası olmuşlardır. Hikâye anlatıcıları sadece iyi “bilen” değil, aynı zamanda en iyi “anlatan”, “aktaran”dır. Birikimi, doğruyu, bilgiyi dinlenir hâle getiren, bir anlamda sanata dönüştüren kişidir hikâye anlatıcısı. Hikâyesini sıkıcı, tek düze değil, bir ritim, bir cazibeyle anlatır. Bunun için de şiirin, müziğin gücünden beslenerek bilgiyi ahenk, ritim ve biçemsel ustalıkla söz sanatına dönüştürür. Hikâye anlatıcılarının dilinde hakikat kuşaktan kuşağa gelişir, çeşitlenir, çoğalır. 


Sözlü kültürden yazılı kültüre geçtikten sonra da hikâye anlatıcılarının dönemi kapanmamış, anlatıcılığı meslek edinmiş kişiler, yazılı ve sözlü birikimi “anlatma”ya devam etmişlerdir. Bu hem yazılı metni okuma hem de ezberden anlatma biçiminde gerçekleşmiştir. Cami çevreleri, tekkeler, kıraathaneler, sahaflar, kitapçılar, konaklar, askerî mekânlar, yazar evleri, köy odaları hikâye anlatılan ve dinlenilen mekânlar olmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı döneminde, sarayda, hükümdarın huzurunda ilmî ve sanatsal toplantılar yapılır, hikâyeler şiirler, menkıbeler, siyer, destanlar, gazavatlar, zafernâmeler okunur, tartışılırdı. 


“Hikâye anlatıcısı” her çağda, her dönemde, her iklimde bir dil, bir biçim bulmayı başarmıştır. Yaşayan hikâyeler, her çağda hakikatin sesi olmaya devam eden hikâyelerdir. Ama her dönemde hakikatin sesinin tonu, rengi, biçimi değişir. Bu çağcıl sesi yakalayan anlatılar yeniden, yeniden doğarlar. Bu yüzden hikâyeler çağa, zamana, koşullara göre hep yeniden biçimlenir. Okuyan/dinleyen ile anlatanın/yazanın buluştuğu yer, yaratılan yeni bir dünya, varoluş bilinci ve hakikat evrenidir. Bu imkânı da insanlara hikâye anlatıcısı sunar. Hem de bizzat hayatın kalbinden damıtarak yapar bunu. İnsanın geleceğe ilişkin umudu, iyiye, güzele olan hasreti, aşka olan arzusu sürdükçe, her dönemde hikâye anlatıcıları da var olacaktır. 


DİN ÖĞELİ MASALLAR FANTASTİKTİR


Doğu hikâyeleri sizin yaklaşımınıza göre günümüze ne söyler, ne teklif eder?

Geleneksel hikâye birikimimiz hem içerik hem de biçimsel anlamda günümüz öykücüsüne pek çok imkân sunar. Geleneksel anlatılardaki içerik (ibret, insan olgusu, hakikat vurgusu, tematik temel vurgular vbg.) ve biçimsel yapı (fantastik öğeler, masalsı anlatım, gerçeküstü, simgesel anlatım vbg.) büyük bir zenginlik olarak önümüzde durmakta.


Doğu hikâyesinin temel anlatı biçimleri olan rüya, fantastik, olağanüstülük artık anlaşılmıştır ki gerçeklikten kaçış değil, gerçeğin daha iyi anlaşılması için anlatıcının elinde bir imkândır. Tarihsel birikimimize baktığımızda, masal, destan, halk hikâyelerimiz, özellikle din odaklı anlatılarımız (menkıbeler, mesneviler) fantastik öğelerle doludur. Dağları delen Ferhat’lar, Azrail’le karşı karşıya gelen Deli Dumrul’lar, Tepegözler, devler, şeytanlar, yedi başlı ejderhalar geleneksel anlatılarımızın odağında yer alır. Mucizeler, kerametler, insanüstü güçlerle donatılmış kahramanlar, hayata yön verirler. Doğu hikâyesi fantastiği çağdaş edebiyattan yüzlerce yıl önce keşfetmiş ve uygulamıştır. Ama bunu yaparken gerçekten kaçmamış, çarşıyı, pazarı, gürül gürül akan bir hayatı simgeleyen fantastik yönelimleri keşfetmiştir. 

Ama bu birikim edebiyatımızda yeterince değerlendirilmemiştir. Çünkü modernizmin çağcıl sesini/dilini yakalamaya çalışan Cumhuriyet dönemi hikâyecilerinin zihinsel dünyaları Batı anlayışıyla sınırlıdır. Bu nedenle fantastik tutumlar, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde pozitivizmi/akılcılığı temellendirmek amacıyla boş inançlar, hurafeler anlamında eleştirilmiştir. Bu öykülerde bilim yüceltilirken, olağanüstü olayları Tanrı’nın gücüne dayanak olarak gören anlayışlar eleştirilmiştir. Bu dönem öykücüleri boş inançları gündeme getirirken mutlaka “Perili Köşk”lere, “Yatır” öykülerine başvurmuşlardır. Hiciv, ironi ve gülmece temel anlatı türleri olmuştur. Dolayısıyla Batıcı anlayış nedeniyle bu dönemde “fantastik” düşünceler “sabıkalı” olduğu için edebiyatımızda da oldukça az yer alabilmiştir. 

Ama günümüze gelindiğinde hem dünyada hem de ülkemizde fantastik tutum başat bir anlayış olur. Belki burada vurgulanması gereken edebî ölçütlerin zamana bağlı olarak değişimidir. Örneğin ülkemizde daha çok doğaüstü olaylarla, cinlerle, perilerle, rüyalarla ilgilendiği için eleştirilen ve realist bulunmayan bu tutum daha sonra, sürrealizm, fantastik yaklaşımlar ve büyülü gerçekçilik akımıyla birlikte yeniden itibar kazanmış, 21. yüzyılda yeniden edebiyatın gözde anlatımı olmuştur.  Ama bu değişim de yine dış, Batı kaynaklı olmuştur. Çünkü büyülü gerçekçilik, fantastik, rüya kavramlarıyla keşfedilen Gabriel García Márquez ve Jorge Luis Borges’in beslendikleri kaynaklar bizzat Binbir Gece Masalları’dır. Bu iki yazar da en önemli esin kaynaklarının Binbir Gece Masalları olduğunu belirtmişlerdir. Bir başka deyişle, fantastik tutumlara karşı çıkış da yeniden sahipleniş de Batı kaynaklıdır. Bu da Türk edebiyatı adına inciticidir.


Ben, geleneğimizin değerlendirilmesinin öykücülüğümüzde önemli bir açılım olacağını düşünüyorum.


Kitabın künyesi:

Doğu’nun Hikaye Kuramı

Necip Tosun

Büyüyenay Yayınları

2015

432 sayfa
#doğu
#hikaye
#necip tosun
9 yıl önce