Şiire, vezne, kafiyeye, hikâyeye, güzel söze düşkün Doğu toplumu hayatı ve ahireti anlamak, anlatmak, hikmetleri kavramak için vaaz ve risaleler dışında sanata, hikâyeye, şiire tutunmuş, onunla medeniyet algısını açıklamıştır. Batı medeniyeti için resim sanatı neyse Doğu medeniyeti için hikâye odur. Bu yüzden hikâye Doğu’dan gelir.
YERLİ KLASİKLERDE KARMAŞA
Ülkemizde yaşanan temel eksikliklerden biri, geçmişle, birikimle kurulan bağdaki zayıflık ve kültürel, edebî mirasa ilişkin kayıtsızlık, kadirbilmezliktir. Örneğin dünyanın neresinde olursanız olun o ülke insanının kendi klasiklerine ilişkin bir listesinin olduğunu görürsünüz. Yine Batı medeniyetine ilişkin rahatlıkla bir klasik sıralaması yapabilirsiniz. Ama Türk klasikleri ya da Doğu klasikleri dendiğinde üzerinde anlaşabileceğimiz bir klasik sıralaması yapmak o kadar da kolay değildir. Günümüz okuru, edebiyatçısı sanatsal, kültürel edebî yol haritasından, kılavuz çizgilerinden, sınır taşlarından, öncü prototiplerden yoksundur. Kültürel kopuş hatta yıkım derinleşerek sürmektedir. Oysa bu topraklarda zengin bir hikâye geleneği var. Bu nedenle medeniyetimizin özellikle kurucu edebî klasiklerinin anlam dünyasının deşifre edilmesi gerekmektedir. Çünkü klasik metinler okunmadan, geçmişin ruhu yakalanamaz, yaşanan zamana nüfuz edilemez ve yeni klasikler ortaya konamaz. Klasiklerimizle yüzleşme, analiz gerçekleşmeden medeniyetimizin ruhuna dokunamayız. Bu anlamda klasikleri yeniden keşfetmek, zamanın anlayışı ve diliyle yorumlamak ve özgün açılımlarla hafıza kaybını giderecek adımlar atmak gerekir. Kurucu edebî klasikler çözümlenmeden insan doğası, birikimi hep eksik kalacaktır.
Dil, kuşkusuz gücünü yaslandığı gelenekten ve kültürden alır. Bizim bu anlamda derin bir sarsıntı, kopuş yaşadığımız doğrudur. Ülkede yaşadığımız/yaşatıldığımız uygarlık ve kültür şokundan tabii ki dil de payını aldı. Ve bu süreçte kaybettiklerimizin sarsıcı boşluğunu yoğun bir şekilde dilde hissettik. Önce o kelimelerin anlam alanları hayatımızdan, muhayyilemizden çekildi. Arkasından o kelimenin içinin boşaldığını gördük. Böylece o kelimelerle aramızda bir yabancılık oluştu. Kısaca dilin hayatiyet alanları, anlam alanları daraltıldıkça, yok edildikçe onun yaşama şansı da azalıyor, içi boşalıyor. Oysa dil, bizim hakikatle kurduğumuz en sağlam işaretler dünyası. Onun içi boşaltılınca geriye ne kalıyor ki? Ama ben yine burada bir umutsuzluk görmüyorum. Hakikatle bağlantımız sürdükçe, bize öğretilen fıtrî dile ulaşmamızın mümkün olabileceğini düşünüyorum. Bu anlamda öncelikle yazarlara büyük sorumluluk düşmekte. Öyküde kalıcı olmanın yolu galiba biraz da buradan geçmekte.
ÖYKÜ BİRİKİMİN HAFIZASIDIR
Sözlü gelenekte hikâye anlatıcıları; hayatı ve deneyimi yeni kuşaklara aktararak yarınlara taşımış, bu anlamda insanlığın belleği olmuşlardır. İnsanlığın ortak birikimlerini kelimelere ve seslere döküp, onların yankıları olmuşlardır. Onların önemleri soydan ya da savaşçılıklarından kaynaklanmaz. Tüm güçleri kelimelerdir. Yanlarında geçmişin birikimleri, geleceğin tasarımı, insanlara yaşadıkları hayatı aktarırlar. Özellikle sözlü kültürde, hep birikimin hafızası olmuşlardır. Hikâye anlatıcıları sadece iyi “bilen” değil, aynı zamanda en iyi “anlatan”, “aktaran”dır. Birikimi, doğruyu, bilgiyi dinlenir hâle getiren, bir anlamda sanata dönüştüren kişidir hikâye anlatıcısı. Hikâyesini sıkıcı, tek düze değil, bir ritim, bir cazibeyle anlatır. Bunun için de şiirin, müziğin gücünden beslenerek bilgiyi ahenk, ritim ve biçemsel ustalıkla söz sanatına dönüştürür. Hikâye anlatıcılarının dilinde hakikat kuşaktan kuşağa gelişir, çeşitlenir, çoğalır.
Sözlü kültürden yazılı kültüre geçtikten sonra da hikâye anlatıcılarının dönemi kapanmamış, anlatıcılığı meslek edinmiş kişiler, yazılı ve sözlü birikimi “anlatma”ya devam etmişlerdir. Bu hem yazılı metni okuma hem de ezberden anlatma biçiminde gerçekleşmiştir. Cami çevreleri, tekkeler, kıraathaneler, sahaflar, kitapçılar, konaklar, askerî mekânlar, yazar evleri, köy odaları hikâye anlatılan ve dinlenilen mekânlar olmuşlardır. Selçuklu ve Osmanlı döneminde, sarayda, hükümdarın huzurunda ilmî ve sanatsal toplantılar yapılır, hikâyeler şiirler, menkıbeler, siyer, destanlar, gazavatlar, zafernâmeler okunur, tartışılırdı.
“Hikâye anlatıcısı” her çağda, her dönemde, her iklimde bir dil, bir biçim bulmayı başarmıştır. Yaşayan hikâyeler, her çağda hakikatin sesi olmaya devam eden hikâyelerdir. Ama her dönemde hakikatin sesinin tonu, rengi, biçimi değişir. Bu çağcıl sesi yakalayan anlatılar yeniden, yeniden doğarlar. Bu yüzden hikâyeler çağa, zamana, koşullara göre hep yeniden biçimlenir. Okuyan/dinleyen ile anlatanın/yazanın buluştuğu yer, yaratılan yeni bir dünya, varoluş bilinci ve hakikat evrenidir. Bu imkânı da insanlara hikâye anlatıcısı sunar. Hem de bizzat hayatın kalbinden damıtarak yapar bunu. İnsanın geleceğe ilişkin umudu, iyiye, güzele olan hasreti, aşka olan arzusu sürdükçe, her dönemde hikâye anlatıcıları da var olacaktır.
DİN ÖĞELİ MASALLAR FANTASTİKTİR
Geleneksel hikâye birikimimiz hem içerik hem de biçimsel anlamda günümüz öykücüsüne pek çok imkân sunar. Geleneksel anlatılardaki içerik (ibret, insan olgusu, hakikat vurgusu, tematik temel vurgular vbg.) ve biçimsel yapı (fantastik öğeler, masalsı anlatım, gerçeküstü, simgesel anlatım vbg.) büyük bir zenginlik olarak önümüzde durmakta.
Ama günümüze gelindiğinde hem dünyada hem de ülkemizde fantastik tutum başat bir anlayış olur. Belki burada vurgulanması gereken edebî ölçütlerin zamana bağlı olarak değişimidir. Örneğin ülkemizde daha çok doğaüstü olaylarla, cinlerle, perilerle, rüyalarla ilgilendiği için eleştirilen ve realist bulunmayan bu tutum daha sonra, sürrealizm, fantastik yaklaşımlar ve büyülü gerçekçilik akımıyla birlikte yeniden itibar kazanmış, 21. yüzyılda yeniden edebiyatın gözde anlatımı olmuştur. Ama bu değişim de yine dış, Batı kaynaklı olmuştur. Çünkü büyülü gerçekçilik, fantastik, rüya kavramlarıyla keşfedilen Gabriel García Márquez ve Jorge Luis Borges’in beslendikleri kaynaklar bizzat Binbir Gece Masalları’dır. Bu iki yazar da en önemli esin kaynaklarının Binbir Gece Masalları olduğunu belirtmişlerdir. Bir başka deyişle, fantastik tutumlara karşı çıkış da yeniden sahipleniş de Batı kaynaklıdır. Bu da Türk edebiyatı adına inciticidir.
Ben, geleneğimizin değerlendirilmesinin öykücülüğümüzde önemli bir açılım olacağını düşünüyorum.