Son yıllarda yakaladığı yüksek büyüme oranlarıyla dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelen Çin, köklü bir yapısal dönüşüm sürecinden geçiyor. İhracat, yatırım ve yüksek tasarruf oranlarına dayalı büyüme modelinden, iç tüketim ve yüksek katma değerli, teknoloji içerikli üretime yönelik bir modele geçiliyor. Bu durum, Çin'in küresel ekonomik sistem içindeki konumunu da etkilemeye namzet. İhracat hız keserek içerik olarak daha sofistike, teknoloji ve sermaye yoğun ürünlere yönelirken, ithalat artan iç talebe ve büyüyen pazara karşılık verecek şekilde artıyor. Bunu dengelemek üzere Çin dünyanın farklı bölgelerinde doğrudan yatırımlarını artırarak başlıca küresel yatırımcılarından birisi haline gelmiş bulunuyor.
Yüzde 10'lardan 7'lere inen büyüme oranlarına rağmen dünya ekonomisinin halen başlıca büyüme motoru olarak görülen Çin ile proaktif dış politikası ve ekonomik açılımları ile bölgesel bir çekim merkezi haline gelen Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler de stratejik önemde. Gerek Ortadoğu, gerekse Doğu Avrupa ve Kafkasya pazarlarına ideal bir giriş noktası ve üretim üssü olarak görülen Türkiye ile uzun vadeli ilişkiler kurmak için Çin, Japonya ve Güney Kore arasında sert bir rekabet yaşanıyor. Özellikle büyük çaplı kamu altyapı ve enerji yatırımları üzerinden bu üç ülkenin de Türkiye'deki ekonomik mevcudiyeti hızla güçlenirken; yapılan karşılıklı ticarette Türkiye'nin verdiği açığın yönetilebilmesi için de yeni stratejiler geliştirilmesi gerekiyor.
Günümüzde hiçbir ulus devletin ekonomik ilişkileri etkileyen koşulları tek başına belirleyemediği ve “kompleks karşılıklı bağımlılık” ilişkilerinin öne çıktığı bir küresel ekonomik sistemde yaşıyoruz. Ayrıca ABD'nin birçok konuda bölgesel güçlere alan açan yeni küresel stratejisi başta Çin olmak üzere BRICS ülkeleri ve Türkiye gibi orta ölçekli güçler için büyük fırsatlar sunuyor. Ancak bu fırsatlardan yararlanabilmek için ekonomik ve teknolojik güç parametrelerinin hızla geliştirilmesi şart. 1980'lerin başında Özal ve Deng Xiaoping ekonomide liberalizasyon ve dışa açılma süreçlerini eş zamanlı olarak başlattıklarında Türk girişimcileri, Çin'i her türlü ürünün rahatlıkla satılabileceği geniş ve el değmemiş bir pazar olarak gördüler; ancak ciddi bir ticaret hacmi oluşamadı. 1990'lı yıllar ise, ihracat amacıyla Çin'e giden Türkiyeli iş çevrelerinin Çin'de iş yapmanın ve mal satmanın kolay olmadığı şeklinde genel bir algı edindikleri ve ihracat yerine düşük maliyetli Çin ürünlerini Türkiye'ye ithal ederek kolay kârlar elde etmeyi tercih ettikleri bir dönem oldu. Çin'e ihracat için giden işadamlarımız, Çin piyasasındaki malların ucuzluğu karşısında geriye ithalatçı olarak döndüler. 2002'den sonra ise Çin'e karşı Türkiye'deki genel yaklaşım farklılaştı ve gerek devlet gerekse iş çevreleri daha rasyonel ve uzun vadeli ilişkileri hedefleyen bir anlayış benimsediler. AK Parti hükümetlerinin proaktif, ekonomik unsurları ön plana çıkaran ve Doğu Asya, Afrika, Latin Amerika gibi bölgelerle ilişkileri kuvvetlendirmeyi hedefleyen dış politika anlayışı, Çin konusunda da bir politika dinamizminin oluşmasını sağladı.
Yeni dönemde Türkiye-Çin ekonomik ilişkilerininin odağı ticaretten yatırımlara yöneldi ve ticaret açığını mümkün olduğunca kontrol altında tutarak bunu Çin'den çekilecek doğrudan sermaye yatırımları ile finanse etmek amaçlandı. Türkiye tarafı haklı olarak Çin'den gelecek yatırımların emek yoğun sektörlerden ziyade, Türkiye'de istihdam ve katma değer yaratan, teknoloji transferi sağlayan ve Türkiye'nin üretim sürecine katkıda bulunan sektörlerde yoğunlaşmasını ve bu alanlarda önde gelen Çin firmalarının Türkiye'de faaliyet göstermesini tercih ediyor. Bu bağlamda hızlı demiryolları, elektrik-elektronik-haberleşme, enerji ve madencilik, ulaştırma, savunma sanayii, otomotiv, makine, beyaz eşya, ilaç ve petro-kimya sektörleri öncelikli yatırım alanları olarak öne çıkıyor.
Hükümet tarafından 25 alanda başlatılan yapısal dönüşüm programının önemli ayaklarından birisi yüksek teknoloji içerikli ürünler ile imalat sanayiinde kullanılan stratejik ara malı kalemlerinin içeride üretimi. Bu alanlarda Batılı muadillerine göre işbirliğine daha açık olan Çinli firmalar önemli teknoloji transferi fırsatları sağlayabilirler. Geldiğimiz çağda küresel ekonominin başat aktörlerinden biri haline gelen Çin ile yapıcı, üretken ve uzun vadeli ilişkiler kurmak, bir tercih ya da lüks değil; küresel aktör olabilmenin bir şartı haline gelmiş bulunuyor. Çin tarafından kurulan Asya Yatırım ve Altyapı Bankası (AIIB)ye kurucu ortak olarak katılan Türkiye, bu doğrultuda doğru adımları atmaya devam etmeli.