|

Mesafenin mavisindeki esrar

Herkesin kendini göstermek, hatta birbirinin gözüne sokmak için bu kadar çırpındığı postmodern devirlerde, kaybolmayı öğrenmek bile başlı başına bir erdem aslında. Rebecca Solnit tarafından yazılan, “Kaybolma Kılavuzu” bu işin sırrını merak edenlere yönelik bir ‘terra incognita...’

Yeni Şafak
04:00 - 16/05/2015 Cumartesi
Güncelleme: 19:46 - 15/05/2015 Cuma
Yeni Şafak

Ne tuhaf, postmodern toplumun o çok gergin ve kırılgan teorisyenleri, sürekli göz önünde bulunmamız gerektiğini fısıldıyor kulağımıza. Göz önünde yani vitrinde: facebook'ta, twitter'da, instagram'da, televizyon ekranında; o da olmadı, semtin sahilinde veya Bebek Parkı'nda! Göz önünde bulunmak, en önemsizi uğruna birkaç can birden bağışlanabilecek medyatik ihtimaller zincirine eklenmek için önemli bir fırsat çünkü. Muhtemelen bu nedenle, fısıltının münasip bir yerine, 'Bir gün mutlaka keşfedileceksiniz, kadriniz değilse de kıymetiniz bilinecek' türünden tesellileri eklemeyi asla ihmal etmiyorlar. Çiğ ışıklarla bezenmiş vitrinlerin, pespayeliği her gün biraz daha belirginleşen asosyal medyanın, yılışık gülüşlerini üst üste yaptıkları makyajlarla kapatmaya çalışan insanlarla dolup taşmasının bir sebebi de bu herhalde.



ÖNCE KAYBOLMAK GEREK


Oysa, insanlık tarihi kadar eski ama bir o kadar da basit bir hakikat var: Görünmek için öncelikle kaybolmak gerek; keşfedilmek için ıssız dağ başlarına, koyu karanlık gecelere, çöl ayazlarına zihnini ve iradesini yakın tutmak gerek. Bolivya'da 'Ölüm Yolu'nda konaklayan bilgeler de, Ganj kıyısında buldukları lokmayı dağıtıp hırkalarından soyunan Budist dervişler de, Mezopotomya'da yüreklerindeki yangını önlerine düşürüp çevresine dizilen Mecusiler de, her türlü sözü hükümsüz kılan Hallac-ı Mansur da, aslolanın görünmek değil görünmemek üzre tanzim edildiğini dile getiriyor yüzyıllardır. Kimi zaman yoklukta, kimi zaman da çoklukta görünmemek, bir terbiye yöntemi aslında. Postmodern devirlerde adı bile anılmayan bir terbiye yöntemi bu, bir tür 'terra incognita' yani keşfedilmemiş toprak...



Tabii bunun için kaybolmayı, gözden ırak durmayı bilmek şart. Nasıl ki ilk kez gidilen bir kenti tanımanın en iyi yolu, o kentin kuytularında kaybolmaksa, ilk kez gelinen bir hayatı kıymetlendirmenin yolu da nereye çıkacağını fazla hesaplamadan yaşantıların ara sokaklarına dalmak olmalı. Tarihin taşlı topraklı vadileri de karşılayabilir sizi, sosyolojinin dört bir yanından iplikler sarkan pasaklı patikaları da. Bazen ihmal edilmiş bir şarkı kanatlandıracaktır yaralı bir ruhu, bazen kim bilir hangi kitabın satırları arasında unutulmuş bir papatya ile birkaç mısra. Yves Klein'in çabaları ise mesafenin mavisine adanmış bir destandır esasen. Mavilerin gerisine gizlenmenin, aynı zamanda dünyadan silinip gitme arzusuyla eş değerde olabileceği başka nasıl gelecekti ki aklına? (s.147)



KENDİ DERİNLİĞİMİZDEN HABERSİZ


Rebecca Solnit, muhtemelen postmodern insanın kabiliyetlerine güvenmediğinden ya da kendi kaybolma eğrisini anlamlandırabilmek gayesiyle oturup bir kılavuz hazırlamış. Kaybolma hayallerini yitirmeyenler kadar çoktan yitirenlere yönelik hayli çarpıcı malzemeler mevcut bu kılavuzda. Hayır, alışılageldik 'guide'ların yahut rehberlerin kolaycılığına kaçıp yol yöntem önermiyor Rebecca Solnit; hatta, tersine, yolu ve yöntemi bir kenara bırakmanın en kabul edilebilir alternatif değeri taşıdığını söylüyor sürekli. San Francisco'yu rüyalara eşlik eden bir gölgeyle perdeleyen mesafenin mavisini görmek için Golden Gate'i geçip yollara düşmek gerekiyor mesela. Dediği gibi Rebecca Solnit'in, “En yakınımızdakiyle bile aramızda öylesine uzun bir mesafe vardır ki, tahayyül etmekte güçlük çekeriz. Netice itibariyle, kendi derinliklerinden habersiz yaşayan insanlarız biz.” (s.35)


Dediğimiz gibi, kitabın isminden yola çıkarak Rebecca Solnit'ten bir reçete kolaylığı beklememek lazım. Marine'in tam bir trajediye dönüşen ölümü ile Kızılderililer tarafından kaçırılan Marry Jemison'un bir daha beyazların arasında dönmemekteki kararlılığı bir kenara bırakılacak olursa şayet, kitapta gerçek anlamda kaybolan herhangi birisi de mevcut değil aslında. 1836'da dokuz yaşında Comancheler tarafından esir alınan Cynthia Ann Parker'ın hikâyesi ise esaret kelimesini kullanma sıradanlığına karşı bir tepki biçiminde de okunmaya son derece müsait. Beyazlar onu esaretten kurtarmış mıdır yoksa gerçek esaretle kurtarıldıktan sonra mı tanışmıştır? Herkes, zihnine özele yerleştirdiği perspektif doğrultusunda cevaplandırabilir bu yaralayıcı soruyu. (s.76) “Açgözlülüğünden, korkularından ve insanın yaşamak için ihtiyaç duymadığı hemen her şeyden arınan” Cabeza de Vaca'nın çarpıcı öyküsü de Cynthia Ann Parker'ı destekliyor hiç şüphesiz. (s.69)



YIKIP BAŞTAN BAŞLAMAK


Rebecca Solnit, “Bazı insanlar, değerler sisteminin ve bu sistem adına yapılan uygulamaların, tıpkı içinde oturdukları ev gibi kendilerine miras kaldığını düşünürler. Bazı insanlar ise o evi yakıp yıktıktan sonra kendilerine ait topraklar bulup her şeye sıfırdan başlamak derdindedirler” (s.78) derken o kadar haklı ki, medeniyet tarihinin meydan savaşlarında kaybolup gitmemek elde değil. Bu sözleri, “Aşk konusunda asla yanılmadığımızı düşündüğümüz durumlarda bile, ölümlülük sahnedeki yerini almakta gecikmez” (s.112) cümlesiyle desteklemesi ise beyhudeliklere yönelik bir avuntu olsa gerek...



Daha ilk çevirisi Farmakon'daki (Ayrıntı 2009) edebi titizliğiyle dikkat çeken, bunu izleyen Dikizleme Günlüğü (Ayrıntı 2010) ve Gözyaşının Kimyası (Ayrıntı 2013) ile boş yere dikkat çekmediğini kanıtlayan Gökçe Gündüç, Kaybolma Kılavuzu'nu şiirsel bir dil ekseninde yerleştirmiş yerine. Aynı titizliği, kelimelere şapka koymayı umursamayan yayınevinden de beklemek hakkımız değil mi acaba?


#postmodern toplum
#Rebecca Solnit
#Cynthia Ann Parker
9 yıl önce