|

Bir olgunluk, ustalık ürünü sırrımsın sırdaşımsın

Kâmuran Şipal'in, Demir Köprü'den sonra yayınladığı ikinci romanı Sırrımsın Sırdaşımsın, Türk romanının baş yapıtlarından biri olmaya aday

Necip Tosun
00:00 - 12/05/2010 Çarşamba
Güncelleme: 21:36 - 11/05/2010 Salı
Yeni Şafak
Bir olgunluk, ustalık ürünü sırrımsın sırdaşımsın
Bir olgunluk, ustalık ürünü sırrımsın sırdaşımsın

Daha çok Franz Kafka, Hermann Hesse, Alfred Adler, Wolfgang Borchert çevirileriyle tanınan Kâmuran Şipal (1926), Beyhan, Elbiseciler Çarşısı, Büyük Yolculuk, Buhûrumeryem, Köpek İstasyonu adlı beş öykü kitabıyla öykücülüğümüzün soy bir damarını temsil eder. Onun öyküleri, derinden, sessiz, gösterişsiz akan ama kaynağı çok sağlam, mümbit bir nehir gibidir. Beş öykü kitabıyla, bunalım, aile, din, cinsellik, büyük yolculuklar tema ve metaforları etrafında oldukça yetkin, nitelikli bir öykü evreni kurmuştur. Anlattıkları sadece bir duygu izlenimi olarak değil, özümsenmiş, içselleştirilmiş bir deneyimin yansıması olarak dışlaşır.

Kâmuran Şipal, Demir Köprü'den (1998) sonra ikinci romanını yayımladı: Sırrımsım Sırdaşımsın (2010). Kitap kelimenin tam anlamıyla olgunluğun, ustalığın ürünü. Derinlikli, kusursuz, iyi kurgulanmış bir ustalık ürünü olan roman, anne sevgisi, hayat, ölüm, zaman üzerine yazılmış, giderek çocukluk destanına dönüşen Türk romanının başyapıtlarından biri olmaya aday. Yıllar önce ayrıldığı kente yeniden dönüp bir otele yerleşen ve annesinin mezarını ziyaret etmek isteyen kahraman, daha şehri dolaşmadan, annesinin mezarını ziyaret etmeden, seslerin anıların izinde, adeta bütün bir çocukluğunu yeniden yaşar, çocukluğun tüm anıları en ince ayrıntısına kadar gözlerinin önünden geçer. Her şey izlenimlere yaslanmıştır, olayların insanda bıraktığı etkilere… Roman bilinç altında ilerler, burada bütün bir hayata, acılara, yalnızlıklara tanıklık ederiz.

SESLERİN PEŞİNDEN...

Kahraman sürekli çocukluğa döner, geçmişle hesaplaşır, yüzleşirler. O günleri “buradan” anlamlandırmaya çalışır. Çocukluk onda durağan değil, yaşayan, fonksiyonel bir durumdur. Orada yaşanan mutlulukları bugün yakalamaya çalışırken, yaşanan acıların izdüşümü bugünlere yansır, bugünlerde sürer. Çocuk o hayatta kendisini arar, bir yer bulmaya çalışır. Yıllar sonra bir anlatıcı olarak o dönemi özlemle anar. İnsanlara, dünyaya, sürekli çocukların penceresinden, onların saf duygularından, özlemlerinden, düşlerinden baktığı için büyüklerin yaşadığı olumsuzluklar, karabasanlar, kaos daha da belirginleşir. Aslında o çocuğun gözünden büyüklere neler kaybettiklerini hatırlatır. Büyüklerin dünyasında fark edilmeyen çocuk duygularını kurgular.

Kahraman çocukluğun o saf, masum, bozulmamış duygularına doğru, zihinsel içsel bir yolculuğa çıkar. Onca yaşanan şeyden, kirlenmeden, acılardan sonra bozulmamışlığın kapısını çalar. Aslında anne üzerinden en başa doğru, inançların safiyetine doğru ilerlemektedir. Burada yerini alan saf inanca ulaşır, başladığı yere, sadece bedenen değil, zihin olarak da en başa, yuvaya, hatta ölüme döner. Bu sadece çocukluğa dönüş değil giderek ana rahmine dönüş olarak dışlaşır. O vakit masalların hayattan daha gerçek, yıldızların, çiçeklerin insanlardan daha vefalı olduğunun ayrımına varır. Çocukluğun masumiyeti ile büyümüşlüğün kirlenmişliği arasındaki mesafeyi açık eder, yalan, kirlenmiş hayatın kaybettirdiklerini gün yüzüne çıkarır.

Kâmuran Şipal, duygu aktarımında, atmosfer yaratmada, sahnelemede dili incelikle kullanır. Mutsuzlukları, acıları anlatır ama acıyı, mutsuzluğu anlatırken melodrama düşmez. Mutsuzluğu, acıyı estetize ederek sanat katına yükseltir. Onun en başarılı yanı işte bu abartısız duygu aktarımıdır. Bu serinkanlı anlatım bütün bir romanı kaplar. Anne sevgisi, çocukluk özlemi gibi kolayca melodrama dönüşebilecek konuları melodram ucuzculuğuna dönüşmeden, rüya ve gerçek arasında derinlikli bir yaklaşımla hayatı sorgular, şiirsel bir dille, neredeyse hiç aksamadan duygu yoğun anları kaleme getirir. Proustvari bir zenginlikle, zaman sıçramaları, düşler, çağrışımlar, anımsamalarla romanı kurgular. Ama o Proust gibi kokunun değil, seslerin peşinden gidiyor.

DİN DÜŞÜNCESİNİ TARTIŞIYOR

Romanın kimi yerlerinde anlatıcı ayetlere, dini terimlere başvurur, hayatı yorumlarken, din düşüncesini yeniden tartışır. Pek çok dini kavram, hayatı anlamada ona yol gösterir, ışık olur. Bunlar anlatıda bir yama gibi durmaz, estetik bir varoluşla dışlaşır. Ezanı şöyle yorumlar: “Sürekli gurbette yaşayanların içlerindeki yalnızlık ve kimsesizlik duygusunu bir anda silip atan ezan sesleri yalnızların, öksüzlerin, yurtsuzların yüzlerinde, ağlayan bebeğini avutan annenin sevecen eli gibi avutup yatıştıran ufak dokunuşlarla gezinmeye başladı. Bütün kent camilerle dolmuş gibi birinden yükselen ezan sesinin kesilmesiyle öbüründen yankılanmaya başlaması bir oluyor, adeta bir orkestranın alabildiğine değişik enstrümanlarından çıkan sesler birbiriyle kavuşarak bir senfoniye dönüşüp evreni kucaklıyor, bozulan tüm dengeleri bir kez daha yerine oturtuyordu.”

Romanını ağırlıklı olar bilinç akışına yaslar. Romanda “zaman” algısı tümüyle alışılmışın dışındadır. Anlatımda düz, kronolojik bir sıra izlenmez. Geçmiş, gelecek, içinde bulunulan an iç içe geçmiştir. Öyküsel zamanda (şimdi) çok önemli şeyler olmaz. Kahraman otel odasında karşısında akıp giden nehrin uğultusuna dalıp gitmiştir. Yazar bu fotoğrafta aradan çekilir, kahramanın bilinci devreye girer. Her şey geçmişte yaşanmış ve geçmişin izdüşümleri şimdiki âna yansımıştır. Bu bir anlamda insanın geçmişini yeniden yaşamasıdır. Geri dönüşlerle, hâlihazırdaki geçmişin izleri, çağrışımları, etkileri anlatılırken, yaşanan ve geçmiş, zihinde âdeta birbirine karışmıştır. Nesneler, görüntüler bireye bir şeyler çağrıştırırken, içinde bulunulan an, geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanacak olan olayları anlamaya kapı aralar. Roman çoğu kez imge, simge ve çağrışımlarla oluşturulur. Pek çok yerde şiirin doğasından beslenir. Bu da anlatımın zenginleştirici yanıdır. Bilinç akışının en karakteristik özelliği budur zaten: yoğunlaştırılmış anlatım. Özleştirme, odaklaşma, öze bir katkısı olmayan her şeyden arınma.

ÖYKÜCÜLÜĞÜN YANSIMASI

Romanda zaman zaman, soyut, imgesel, simgesel bir anlatım tercih edilir. Bu bölümlerde, dil işçiliği iyice incelmiş, felsefi boyut derinleşmiş, anlam soyutlama/metaforlarla zenginleştirilmiş bir hâldedir. Söylenmek istenenler düz, yaygın ve ilk anlamlarından çok, farklı, çok katmanlı bir biçime dönüştürülerek söylenir. Bu da metne hem felsefi derinlik hem de anlamsal yoğunluk kazandırır. Yoğunluk, anlam zenginliği, vuruculuk, netlik arayışları metni öykünün dünyasına yaklaştırır. Bu anlamda romanda apaçık Şipal'in öykücülüğünün yansımasını görürüz. Bilindiği gibi öykü, hikâyesini, yoğunlaşmış, damıtılmış, simgeleşmiş bir dille anlatır. Öykücü söyleyeceği şeyleri en kısa ama en net ve vurucu şekilde söylemek/anlatmak durumundadır. Fazladan, gereksiz tek bir kelime bile öykünün kurduğu dünyayı bozmaya yeter. Bu da yoğun anlatımın gerektirdiği tempolu ve iç ritimli anlatımdır. Romanın ise dille gerilimi bu denli yoğun değildir. Bu yüzden o dili germez, orada bir arayış içerisine girmez. Zaten o uzunlukta şiirsellik, yoğunluk, gerilim ve ritmi tutturamayacağı için düzyazıya ve onun sınırlarına bağlı kalır. Bu anlamda Sırrımsım Sırdaşımsın'daki şiirsellik, ritim, yoğunluk onu öykünün dünyasına yaklaştırır.

Şipal, betimlemeyi sadece gösterme, sahneleme amacıyla değil, kimi zaman olayı, anlatılan şeyi derinleştirip yoğunlaştıran bir işlevle kullanır. Burada görünenler gerçekliğinden kopmuş, tümüyle anlatımın bir öğesi olmuş, yazarın niyetlerine hizmet etmektedir. Bu tarz kullanımda metne yansıyan mekân/manzara/çevre, doğada “olduğu” gibi gözüken hâli değil, yazarın/anlatıcının “gördüğü” hâlidir. Ölümü gökyüzünde yıldız olmak olarak algılayıp, küçüklüğünde annesiyle yıldız oyunu oynayan kahraman, yaşı epey ilerlemiş olarak annesinin mezarını ziyaret ettikten sonra, oraya yakın bir kahveye oturup, gömütlüğe bakarken ölümün kendisine de yaklaştığını romanın emsalsiz finalinde şöyle betimler: “Gömütlük, az önce koyu bir karanlığa gömülmüş dururken şimdi ışıl ışıldı. Oradan oraya devinen, bir aşağı inip bir yukarı çıkan, belli aralarla yanıp sönen, küçük küçük parlak ışıklarla donanmıştı. Sanki ne kadar yıldız varsa, gökten gömütlük üzerine inmiş, her gece yukarıda düzenledikleri şenliği bu kez gömütlükte kutlamaya karar vermişlerdi. Derken ateşböceklerinden bir bölümü gömütlükten kalkıp kahveye geldi, sanki onu elinden tutup tıpkı küçüklüğündeki gibi şenliklerine katılmaya çağırıyor, yıldız yağmurunun çoktan yağdığını, annesi gibi gözlerini bir an önce kapayıp uyuma vaktinin çoktan geldiğini ona anımsatmak istiyorlardı.”

Sırrımsım Sırdaşımsın'da akıcı, şiirsel, hatasız bir dil kullanan Kâmuran Şipal sonuçta, derinlikli, yoğun, kendini soluk soluğa okutan bir roman çıkarır ortaya.


14 yıl önce