|

Özü sözün içinde boğduk

İnsanoğlunun hakikati ifade edeceğim derken sözü yorduğunu anlatan Kamil Yeşil, "sonunda öz sözün içinde boğuldu" diyor

Emeti Saruhan
00:00 - 5/12/2007 Çarşamba
Güncelleme: 11:32 - 7/01/2008 Pazartesi
Yeni Şafak
Özü sözün içinde boğduk
Özü sözün içinde boğduk

Kamil Yeşil'in sade anlatımı, kıvrak ve akıcı dili ile bezediği beşinci hikaye kitabı Özet Yaşamaklar, Gelen Giden, Grilikler ve Kaleydeskop adlarını taşıyan üç kitaptan oluşuyor. Hikayelerini, “benzeşenler bir araya gelir” kuralından hareketle üçe ayıran ve tematik yakınlığı olanları gruplayan Yeşil, kitabını farklı bir yapıya büründürmüş. Modern zaman insanının yüzeyselliğinden yakınan ve hikayenin bu durumdan etkilendiğini savunan yazar, bu zamanın hikayelerinin de yaşantısı gibi özetten ibaret olduğunu söylüyor.

"Özet Yaşamaklar" üç kitaptan oluşuyor. Bu üç kitaptaki hikâyelerin birbirinden farkı nedir?

Kitabın bu yapısını bile isteye kurduk. Çünkü edebi bir eserde bütünlük çok önemlidir. Bütünlük ise öncelikle tematik ortaklıkla mümkündür. Dil, yapı, anlatım, bakış açısı birlikteliği bu bütünlüğün mütemmim cüzleridir. Özet Yaşamaklar'da aynı başlıkta yer alan hikâyelerin böyle bir özelliği var. Tematik birlik veya yakınlık gösterenler bir araya geldi. Yani; benzeşenler bir araya gelir kuralını işlettik.

Kitaba adını veren hikâyenizde "söz uzarsa mânâ kendini gizler" diyorsunuz. Bunun için mi hayatın özünü hikâyelerle anlatıyorsunuz?

Beşere ait bütün dillerin, hakikati ifade edeceğim derken onu hem beşerileştirdiğini, kendine benzeterek olduğundan farklı gösterdiğini ve bu arada örselediğini düşünüyorum. Başlangıçta diller bu kadar zengin değildi. Neden? Çünkü çok az bir söz varlığı ile hakikate bütünüyle dokunuluyordu o zamanlar. İnsanoğluna azla yetinmedi; çoğa talip oldu ve her şeyi bütünüyle anlatmaya kalkıştı ve sonunda sözü yordu. Öz, sözün içinde boğuldu. Meselenin bir yönü bu. İkinci yönü de edebi eser zaten her şeyi anlatmaya kalkmaz, çağrışımla, derin yapısı ile hissettirmeyi tercih eder. Eserin adını biraz da böyle okumak gerek. Bir de hayatla ilgisi var bunun. Zira zaman yekpare ama hayatımız paramparça. Hiçbir şeyi sonuna kadar yaşayamıyoruz. Bedensel hazlar dahil olmak üzere hepsi kesik kesik. Ampül bile kesintisiz yanıyormuş gibi görünüyor ama saniyede seksen defa yanıp sönüyor. Modern zamanların insanı zaten kendi başına yaşayamıyor, toplu olarak alıyor hazzı, toplu olarak üzülüyor. Hem de aynı zamanda. Ne diyorlar: sana bir iyi bir kötü haberim var. İyi haberi alınca "o, çok sevindim, çok mutlu oldum" diyor; arkasından kötü haber gelince, "öyle mi, vah vah, çok üzüldüm" diyor bu kez. Hepi topu bu kadar. Böyle bir hayatın hikâyesi de doğrusu özetten ibaret oluyor. Yaşantımız nasıl bölük pörçük, kesik kesik ise yazdıklarımız da öyle.

Modern hayatın keşmekeşi içinde çok fark edemediğimiz bir yönümüzü, insanın doğayla olan bağını hatırlatıyor bana hikâyeleriniz...

Sizin veya bizim, hikâyeler dolayımıyla hatırladığımız aslında fıtratımızdır. Beden kırbası toprak olduğu için insana yaklaştığımda, bir insan gördüğümde evvela aklıma toprak gelir. Biliyorsunuz, Âdem kelimesi zaten "toprak renkli kişi" demektir. Ancak bu toprak içine biraz su katılmış ve çamur haline gelmiş. Hamur mu desek acaba? Görev sebebiyle 20 yıldır kent denilen beton yığınları arasında yaşıyorum. Yirmi sene önce bu zamanlarda bir ağacının altına oturuyordum ve dallara bakıyordum. Elimi uzatsam koparacağım meyveyi değil aşağıdan gözümü kestirdiğim meyveyi, dalın en üstünde olsa bile, ona uzanıyor, onu yiyordum. Toprakla olan bağımı korumaya çalışıyorum desem ne yapıyorsunuz bunun için dersiniz şimdi. Ben de terasta çiçek yetiştiriyorum, çiçekte ormanı, tohumda ağacı, toprağında fıtri kokumu arıyorum derim. Bir de özleyişin hikâyesini yazıyorum işte.

Yer yer günümüzde kullanmadığımız kazip, sulb gibi kelimeler çıkıyor karşımıza hikayelerinizde. Bu kelimeleri özellikle mi kullanmayı tercih ediyorsunuz?

Temanın; kelimeleri, metnin dilini belirlemesidir aslında bu. Metnin yapısı ile metindeki zihniyet, gelenek, tema nasıl birbirinden ayrı düşünülemiyorsa dil ve anlatım da öyledir. Tema, kendine ait söz varlığını da çağırıp getiriyor yanında. Eğer onu reddederseniz bu kez yapmacık, zorlama bir dil ile karşılaşıyorsunuz. Bundan dolayı temanın derin yapısını besleyecek, çağrışıma, sezdirime fırsat verecek kelimeler kalemin ucuna geldi mi onları reddetmiyorum. Kaybolan kültürü yaşatmaya yönelik bir teşebbüs olarak görülse de ilk bakışta, gerçekte tali bir sonuç bu. Aslanın vücudu yediği hayvanların toplamıdır, demez mi Mevlana hz.leri. Bizimki de budur bir yönüyle. Nihayetinde belli bir dilin içinde büyüdük, o dil ile verilmiş metinleri okuduk, okuyoruz. İçimizdekidir dışa yansıyan yani...

Başörtülü bir kızın hikâyesini anlattığınız "Lebdeğer"de, başörtüsü kullanmanın dini bir gereklilikten öte, bireysel bir hak olduğuna vurgu yapmışsınız. "Birey" olma noktasında sorun yaşadığımıza bir atıfta bulunuyor mu hikâyeniz?

Bravo! Sizden önce bu hikâye için yorum yapanlar bu ayrıntıyı kaçırdılar ve neden ilahi bir emir olması üzerinde durmuyor da hikâyeyi protest tavır üzerine yığıyor diye sordular. Oysa protest tavır hikâyenin doğal bir sonucu olarak cereyan ediyor. Evet, "birey olmak". Bu tabiri Batı'dan alınmış bir kavram olarak düşünmedim hiç, düşünmüyorum. Bu noktada referanslarımdan birincisi "İbrahim tek başına bir ümmettir." âyetidir. İkincisi ve en önemlisi Füsus'ul Hikem'dir. Türkiye'de kişi sadece Müslüman olduğu için mi örtüyor başını. Hayır! Yakışıyor da örtüyor, soğuktan korunmak istiyor da örtüyor... Biri de Müslüman olduğu için örtüyor. Ama modernizm bunların hepsini aynı kefeye koyuyor. Bu noktada insanlar haklarını kıskançlıkla sahip çıkarak bireyliklerini korumalı diyorum.


16 yıl önce