|

Pollyanna'cılıktan nefret ediyorum

Lâ- Sonsuzluk Hecesi, insanlığın genel gerçeğini temsil eden Adem'in hikayesi. Cenneti ve yerzünün ilk halini, ilk sakinleriyle resmeden Nazan Bekiroğlu, modern zihinlerde, varoluşa ve hakikate dair büyük bir pencere açıyor

Hale Kaplan Öz
00:00 - 14/01/2009 Çarşamba
Güncelleme: 23:51 - 13/01/2009 Salı
Yeni Şafak
Pollyanna'cılıktan nefret  ediyorum
Pollyanna'cılıktan nefret ediyorum

Nazan Bekiroğlu'nun uzun zamandır beklenen kitabı “Lâ- Sonsuzluk Hecesi” okuruyla buluştu. Lâ, Adem'in hikayesi. İnsanın genel gerçeğini Adem'in temsil ettiğini düşünen yazar, bu hikayeye Havva dahil herkesin Adem için ve Adem'le ilgileri oranında girdiklerini söylüyor. Yusuf İle Züleyha'da, Nun Masalları'nda ve İsim İle Ateş Arasında'da olduğu gibi bu romanında da okurunu geçmişe hem de en eskiye götüren yazar, bu durumu araştırıcı mizacı ve merak duygusuyla ilişkilendiriyor. Bekiroğlu, eskiyi anlatmanın, bugünü ıskalamak olmadığını da söylüyor: “Eski gibi görünen kahramanlar ve olaylar bu günü ve yarını da temsil eden evrensel doğruların göstericisidirler.”

“Bu kalem, Havva kalbinin bu hikâyedeki gerçekliğini çekmez. Bu yüzden bu hikâyeye Havva'nın halleri sığmadı, sadece rüyaları kaldı.” diyorsunuz. Âdem'in Havva'ya bakıp neler düşündüğünü biliyoruz. Ama Havva ne diyor hiç bilmiyoruz. Oysa bu hikâyenin anlatıcısı kadın...

Şimdi kadın erkek eşitliği gibi ancak modern kodlarla kurulabilecek denklemlere hiç dönüştürmeden diyebilirim ki bana, insanın genel gerçeğini temsil bâbında hikâye Âdem'in hikâyesi gibi geliyor. Havva dahil her şey bu hikâyeye Âdem için ve Âdem'e ilgileri oranında giriyor. Yani insanın bütün hallerinin özeti için Âdem birincil figür. Ancak Havva da Âdem'in tamamlayıcısı. Yani Havva olmasa Âdem'in âdemliği eksik kalır. Zaten bu hususu bir kez fark edince kadın ve erkek arasında kurulması gereken gramer ilgisinin eşitlik filan gibi hesapların çok üzerinde bütünleyicilik, tamamlayıcılık gibi çok daha zor ve yüksek bir hesabın rakamlarına ancak sığdırılabileceğini de fark ediyorum. Benim bir anlatıcı olarak kadın olmam bu gerçeği en azından benim algı alanımda değiştirmiyor. Ve benim bütün gerçeklik ihtiyacımın Âdem'in ve Havva'nın birlikte temsil ettiği bütünlük figüründe yeteri kadar cevaplandığını görüyorum. Hal böyle olunca yani endişem insan gerçeğini ayrıldığı alt kategorilerde fazla dağıtmadan anlamaya kalkışmak olunca Âdem'in hikâyesini anlatmak Havva'nın hikâyesini de anlatmak anlamına geliyor yeteri kadar.

Âdem'in kelimeleri öğrenişi, Havva'yı tanıdıktan sonra, onun hallerini öğrendiği isimlerin arasında bulamayışını düşünüyorum da Havva'yı anlatmıyor ama Havva'ya dair çok şey söylüyor bu kitap. Yanılıyor muyum?

Elhak öyle. Bir Âdem bakışı olmasa, Âdem'de yansıyan görüntüsü olmasa Havva'nın da Havvalığı eksik kalır. Bu nedenle Havva'nın Âdem'deki yansımasının anlatılmasını Havva gerçeğinin izahı için zaruri buluyorum. Bu husus da bir önceki soruda sözünü ettiğim bütünleyicilik meselesiyle doğrudan ilgilidir.

Bir yazar olarak kendiniz serinkanlı buldunuz mu bu hikâyeyi anlatırken? Ben Kabil'e bile şefkatle dokunan bir el gördüm. Onun imtihanın, öfkesinin, pişmanlığının okura edebi haz vermesine izin vermemişsiniz.

Anlamaya çalışmak şefkatin bir tezahürü ise evet, şeytanın da Kabil'in de nedenlerini anlamaya çalıştım. Şüphesiz ilahi senaryoyu olduğu gibi kabule yanaşmak ve bu hususta akletmeye kalkışmamak daha evlâ görülebilir, daha az yorucu olabilirdi. Bu nedenle serinkanlılığımı en fazla kaybettiğim sayfalar şeytan ve Kabil'e kalemimin ucundan şefkat değilse de anlama çabası akıttığım sayfalardır.

En çok hangi karakter uğraştırdı sizi yazılırken? Onu anlatmaya çalışırken siz ondan ne öğrendiniz?

Elbette ki şeytan ve Kabil. Uğraştırmak demeyelim, aslında yazının ve cümlelerin akması bakımından en kolay ve en akıcı yazdığım bölümler onlara ilişkin bölümler oldu. Lâkin yazılanla yazmak istediğim arasında bir uçurumun açılmaya başladığını hissettiğim, yani karakterlerin alıp başlarını gittiği zamanlarda açılan mesafe yorucuydu. Yorucu çünkü ehli sünnet itikadıyla çelişmemesine azami özen gösterilen bir metin, romancı muhayyilesinin, bireysel bir bakış açısının adamakıllı kışkırdığı zamanlarda fevkalade yoruculaşabiliyor. Çıkarıp attığım cümleler tanığımdır. Lâkin pişman değilim. Öğrendiğim bu oldu, pişman olmamak.

Kitapta Âdem ve ailesinden olmayan ama bir bölüme adını veren yeni bir kahraman doğuyor: Kör at. Bu hikâyeye nasıl girdi kör at ve bu damar, tahayyüle, söze nasıl etki etti?

Onları anlamak için gösterdiğim özene rağmen şeytan ve Kabil'in temsilcisi olduğu kötülük ilkesinin varlığını kabule mecburum. İyi ve kötü birbirinden zannedildiği kadar uzak durmasa da genel ilke itibarıyla insan gerçeğinin, başlangıçtan bu yana iyi ile kötü arasındaki mücadeleden ibaret olduğuna inanıyor ve bu mücadelede pasif iyilikten bir bakıma Pollyanna'cılıktan nefret ediyorum. Hal böyle iken sadece insanın değil bütün bir varlığın dağın taşın, kurdun kuşun, börtü böceğin de bu ayrımda bir taraf olduğuna inanıyorum. Varlığı bir bütün olarak algılıyor ve hayvanların da bu bütün içinde çok özel bir değer taşıdıklarını görüyorum çünkü. Evren bir bütündür. Sadece insana ait değildir. Dünyanın da hayvanı ve bitkisi ile âdem üzerinde hakkı vardır. Ve kalbimde bütün bu unsurlara karşı çok coşkun bir bağlılık hissediyorum. Bir sokak köpeğinin boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamanın ne demek olduğunu iyi bilirim. Bu nedenle Nun Masalları'nda karacalar, Cam Irmağı Taş Gemi'de kuşlar, Yusuf ile Züleyha'da kurt, Lâ'da at... At bu ilgiyle metne girdi. Onun bir yandan insanlık tarihinin gelişiminde buğdayla birlikte ana etkenlerden birisi olduğunu bilmek diğer yandan görüntü, davranış ve ruh olarak ne kadar etkileyici olduğunu fark etmek bu figürün metne girişi için benim onayımı beklemedi bile.

Çünkü o çok özel. Mübarek kılınmış. Sadece, "atların alnında kıyamete değin hayır vardır" hadisini hatırlamak bile onun insanlık için ne denli önemli olduğunu hatırlatıyor bize. Divanı Lügatittürk'te at etrafında 180 kadar kelime, deyim, atasözü var. At o kadar temiz ki içtiği suyun artığı ve sütü de temiz kabul edilir. Sadakati, güzelliği, ihtişamı, aynı anda başkaldırıyı ve sadakati içinde taşıması. Sonra çilesi. Bunlar çok etkileyici. At olmasa insanlık tarihinin gidişatı muhakkak ki çok farklı olurdu. Lakin bu birliktelik yazgısına rağmen, Hz. Âdem büyük ihtimalle koyun, keçi benzeri küçükbaş hayvanları hatta köpeği bir bakıma evcil bulmasına rağmen atın evcilleşmesi çok daha sonraki tarihlere denk düşer. (Bu kısımların hazırlığını yaparken Ahmet Musaoğlu'nun kitaplarından çokça fikir edindiğimi belirtmeliyim). Yani bu kutlu dostluğun gerçekleşmesi için araya uzun bir mesafe girer. Bütün bunlar muhayyilemi o kadar çok harekete geçirdi ki. Bir de sonucu peşinen bilinen bir hikâyenin romana evrilirken dramatik bir gerilime ihtiyacı vardı, atın öyküsü bu ihtiyacımı da karşıladı.

“Dünyanın özetini çıkarmak için bir kelime isteseler Âdem 'buğday' derdi.” diyorsunuz... En fazla ekmekle dünyalık olduğunu biliyor Âdem. Ekmeğin metaforik anlamı nedir burada?

Cennet ayetleri arasında ekmeğin adı yok. Ekmek bir cennet nimeti değil buradan bakarsak. O, başlı başına dünyayı temsil ediyor. Bu nedenle olsa gerek yasak ağacın adı Kur'an'da geçmemesine rağmen rivayetlerin bir kısmı dünyaya yol açan bu meyvenin buğday olduğunu işaret eder. Buğday insanlık tarihi boyunca atın oluşturduğuna benzer bir etkiyle, insanın gelişimi ile iç içedir. Yani Âdem yaşamak için buğdaya-ekmeğe muhtaçtır ama buğday da dünya üzerindeki yayılmasını âdemoğluyla gerçekleştirir, onun genişlediği coğrafyaya yayılır. Böylece iç içe bir tarih yazımı gerçekleşir. Metaforik anlamına gelince insanın dünyadaki bütün kavgası bir parça ekmek için değil mi? Dünya bir ekmek kavgasından ibaret. İnsanın ihtiyacı bir lokma ekmek. Ekmek aslanın ağzında vs. Deyimler bile gösteriyor ki dünya ekmek etrafında dönüyor daha doğrusu onun temsil ettiği dünyevi gerçek etrafında. Bir yanıyla çok kutsal diğer yanıyla çok dünyevi.

Otosansür uyguladığınız ya da okuru gözettiğiniz oldu mu Lâ'yı yazarken? Ne kadarını akılla, ne kadarını kalple çözdünüz hikâyenin düğümlerinin?

Fazla bir şey çözdüğüm söylenemez aslında. Bütün kazanımım, teorik olarak bildiklerimi bu kez pratik olarak tecrübe etmek, bilemediklerimi de bilemeyeceğimi bir kez daha fark etmek oldu. Bilginin tamamı insana verilmiş değil. Ruh, kaza, kader, bunların irade ile ilgisi, buna bağlı olarak iyilik ve kötülüğün insana yüklediği sorumluluk alanı ... Yani bütün o çok katmanlı ve bir yanı gayba bakan, gayba bakan yanıyla da bu dünya algısında çıkışsız meseleler. Bunların Kelimeler Kitabı'nda karanlık sayfalarda kaldığını, bize verilenle yetinmemiz gerektiğini bilmek meselenin hem çözümünü oluşturdu hem de modern dünyada taşınması çok zor bir bakış açısını yeniden kuşanmanın zaruriyetini ikaz etti. Gayb, aklın kuşatma alanının ötesindedir vesselâm.

Anlatıda loş bir yer kalmamasına özellikle dikkat ettiğiniz belli. Bunun için de ciddi bir okuma yaptığınızı biliyoruz. Kün emri, ontolojik süreç, insanın yazgısı... Bunca biriken, bir başka kitaba anne karnı olacak mı?

Zannetmiyorum. En azından yeni bir kurgusal bir metne dönüşeceklerini sanmıyorum. Belki bundan sonra yazacaklarımda bu tecrübenin ve birikimin etkisi hissedilir, o kadar.

Yazarlar tarihe tanıktır. Sizin tanıklığınız neden hep çok daha eskiye dönük?

Geçeği bir kez bilince onu bulabileceğim yere kadar gitmek istiyorum. Araştırıcı bir mizacım var ve merak duygum yoğun. Bu nedenle bildiğim şeyi Osmanlı'da, antik dünyada, eski Mısır'da ve nihayet insanlığın başlangıcında görmek, beni bildiğim şeyden mutmain kılıyor, güvenimi artırıyor, bu günümün ve geleceğimin de teminatı oluyor. Demek istediğim, eski gibi görünen zaman ve mekânlardaki temel insan gerçeği, esasında bu günü ve yarını da temsil kabiliyetini içeren bir üst gerçekliğin de taşıyıcısıdır. Eski gibi görünen kahramanlar ve olaylar bu günü ve yarını da temsil eden evrensel doğruların göstericisidirler. Öyle olsunlar. Yoksa sadece eskiyi eski için anlatmanın bana verebileceği bir şey yoktur.

Bu kitabın genelinde anlatıcının da kahramanların da zamanı belirli bir zamanla, kendi zamanlarıyla sınırlı değil. Âdem neredeyse bir zamanın değil her zamanın tecrübeleriyle yüklü. Söz gelimi elif'ten be'den söz ediyor. Bu günü bilirmiş gibi konuşuyor. Neden böyle?

Bir yanı gayba dair mekânlara, zamanlara ve olaylara yaslanan bu hikâyeyi anlatırken elbette ki hem inanç gereği hem de işin doğası gereği gaybî gerçeklerin anlatılamayacağının farkında ve bilincindeydim. İnsan, muhayyilesi yeryüzü tecrübeleriyle sınırlı bir varlıktır ve kelimeleri gibi hayali de yaşadıklarının dışına çıkmasına izin vermez. En fazla farklı terkipler yapabilir. Bu nedenle cennet bile bizler için birtakım semboller demetinden ibaret olarak takdim edilir. Bu itibarla gaybın ne olduğundan daha ziyade onun ne olmadığına dair bir zamansızlık algısını tahayyüle kalkışmak beni epeyce meşgul etti. Zamansızlık: Ân-ı ebedi. Bir bakıma olanın, olmuşun ve olacağın bir arada oluşu hali. Kur'an'da, olacak olan bazı olayların "oldu" zamanıyla anlatılması çok anlamlı. Çünkü bir yanıyla insanlara hitap eden icaz, gaybın lisanını da işaret eder. Katman katman bu dünyadan gayba açılır ve kapanır. İnsan muhayyilesi zamanın da bu dünyaya ilişkin bir mahlûk olduğunu kavrayabilirse eğer bu hususu da nisbeten kavrayabiliyor. Ve biz, zaman koordinatlarının kayıtlarından sıyrılabilsek bir parça cennet zamanına yaklaşabiliriz zannımca. Bunlar veli kalplerinin zamanlarıdır, fenâfillah anlarının zamanlarıdır. Bunu sanatlar içinde ise en fazla şiir gerçekleştirir. Şiirin zamanı bana cennet zamansızlığıdır gibi geliyor. Bir de aşk tabii. Aşkın da zaman duygusu yoktur ve kalbin zamanı cennet zamanıdır. Zamansızlık noktası.



Lâ-Sonsuzluk Hecesi

Nazan Bekiroğlu

Timaş Yayınları

384 sayfa


15 yıl önce