|

Anılarla bir neslin hikayesi...

Necdet Subaşı’nın kaleme aldığı “Yaz Dediler Anı” kitabı kendi çocukluğundan ve yaşadıklarından yola çıkarak dünden bugüne Anadolu insanının hikayesini anlatıyor. Subaşı’nın anıları bir taşralı gencin dünyasını okuyucuya açıyor.

Yeni Şafak
22:01 - 21/04/2015 Salı
Güncelleme: 19:05 - 21/04/2015 Salı
Yeni Şafak
ALAATTİN KARACA


Hafıza bir kuyu gibidir. İnsan doğduktan sonra, o istemese de bu derin kuyuya birçok olay, mekan ve insan dolar… Her insanın bir “kader kuyu”su var işte, üstelik bundan kaçış yok, üstelik bu kuyuya istenmeyen birçok olay ve kişi de dahil olabiliyor. Ama hatırlamak ya da hatırladıklarını dile getirmek iradi bir zihinsel faaliyettir. Yaşananların hepsini anlatmak zordur, hatırlarken bile seçim yapar insan yaşadıkları arasından, kimini örter, kimini atlar, kimini ima ile geçer. Çünkü kimi şeylerin hatırlanması ve ifşa edilmesi yaralayıcı olabilir. Bu hem anlatan hem de anlatılan kişiler için geçerlidir. İşte bu nedenlerle anı yazmak zor. Bunu göze almış Necdet Subaşı. Oldukça naif bir dille, ima ile geçiyor kimi şeyleri… Sonra bunlar, bir savunma, gelecek kuşaklara bir ibret dersi vermek amacıyla yazılmış da değil. Hani kimi askeri ya da siyasi anılar vardır ya!.. Bir tür savunma, bir şeyleri ispatlama amacıyla yazılmış. Onlardan da değil Subaşı'nın anıları. Kronolojik bir sıra takip etmeden, içe doğmuş yaşantıların içtenlikle ve naif bir dille anlatılmasından ibaret her şey. Doğal, kendine hiç de çekidüzen vermeyen, ala bir protokol diline dönüşmeyen, hafif, naif bir dili var Subaşı'nın.



TAŞRALI BİR GENCİN DÜNYASI


Kendini merkeze koyarak, 1970'lerden günümüze değin yaşanan bir devri, kendi hâlinde, Şavşat'tan Konya'ya göç eden Müslüman bir taşralı aileyi, bu ailenin hassas oğlunu, oğlun gözüyle aileyi, ailenin hassasiyetlerini, göç ettikleri şehre alışma gayretlerini, mahalleyi, baba-anne ve oğul arasındaki derin sevgiyi, sonra halka halka genişleyerek, Müslüman camianın 1970'lerden itibaren geçirdiği değişimi, bu yıllarda yaşamış bir “taşralı Müslüman” gencin çevresine ilişkin gözlemlerini, özlemlerini, kendini fikren geliştirme serüvenini, kendisiyle birlikte bir neslin hikâyesini anlatıyor Subaşı. Bunlar aslında o yıllarda yaşamış, taşrada dinî hassasiyetleri olan her ailenin, her gencin yaşadıkları, ortak bir hikâye bu. Böylesi ortak hikâyelere o kadar ihtiyacımız var ki! Bu “ortak hikâyeler” insanları birbirine bağlıyor, dahası, bu camiayı diri tutacak bu ortak hikâyelerdir. Bu camianın oğulları, kızları, bu tür ortak hikâyeleri okumalı. Çünkü gelecek kuşaklar da bu “ortak hikâyeler”le büyüyecektir. Şimdi bizim de çocuklarımıza okuyacak, anlatacak hikâyelerimiz var. Ama az. Eli kalem tutanlar Subaşı'nı örnek almalı. Kısır iktidar tartışmaları ve bürokratik ağırbaşlılıkları bir kenara bırakıp, geleceğe böylesine ortak hikâyeler bırakmalı değil miyiz? Hikâyesi olmayanın, bu evrende bir izi kalmaz. Oysa “bizim hikâyemiz” hâlâ yazılmadı. O nedenle Subaşı'nın yazdıklarını önemsiyorum, ama yeterli bulmuyorum.



ANADOLU'DA YOLCULUK


Kitaba gelince… Hikâye Artvin'in Mokta'sında başlar. Yaşamaz denilen bir çocuk. Hastalıkla ve korkularla başlayan bir yaşam. Anne ve babanın derman bulmak için çektikleri çile. Yazarın öğretmen babası Konya'ya atanmıştır. Ahıska Türklerinden bir aile, Karadeniz'in sarp dağlarından, yeşil ormanlarından İç Anadolu'ya, Konya'ya göçle başlar onların hikâyesi. Göç, hepimizin ortak hikâyesi değil miydi? Biz, babaları köylü olan, şehirde büyümüz çocuklardık. Köylerden, taşranın çeşitli şehirlerine toplanmıştık her birimiz, deltalarda, ırmaklarda toplanıp, şehirlere aktık… Ailelerimizin dini hassasiyetleri vardı, dinî sohbetlerle büyüdük, babalarımız otoriterdi, Erbakan bir umut… Anadolu'da bu tip aileler, kendilerine uygun dinî bir çevre oluştururlar ve sağlam dostluklar kurarlar. “Camili Kilim” başlıklı yazı, işte bunu, Anadolu'daki kaynaşmayı, dostlukların nasıl bina edildiğini, bir çocuğun gözüyle anlatmakta. Subaşı'nın hikâyesi de böyle başlıyor. Ortaokul yılları, 1970'li yılların ikinci yarısı, örgü ören bir Türkçe öğretmeni, şivesiyle öne çıkan bir çocuk… Sonra İmam Hatip Lisesi… Dini cemaatler, siyasi gruplar, öğrencileri kendi saflarına çekmeye çalışan türlü topluluklar, etkilendiğimiz hocalar… Bunlar giriyor hikâyeye; örneğin hoca portreleri; İsmail Kaya gibi… Bu arada Türkiye'de yaşanan büyük teknolojik değişme; TV'nin hayatımıza girişi, dindar ailelerin tv'ye karşı tepkileri, çocukların arzuları… Hepimizin böyle tv hikâyeleri var… Sonra Üniversite yılları, Erzurum… Tahta bir bavulla Erzurum'un yollarına düşer “Bir parkanın içine sığmayacak kadar ufak, bir bavulu taşıyamayacak kadar yaralı” çocuk. Çoğumuzun yolu Erzurum'dan geçti. Kimi hocalar iz bıraktı hayatımızda, tıpkı Ruhi Özcan, Beşir Atalay, İhsan Süreyya, İ.Erol Kozak, Sadık Kılıç gibi. Üniversite biter, ilk memuriyet durağı, Balıkesir İvrindi. Kahramanımız genç bir öğretmendir.. Kimi kez sıkıcı bir taşra havası, “her oturuşunda seni baştan aşağıya süzen, kendilerine mahsus kalıplarıyla hizaya çeken (…) tuhaf ve mağrur bir dinsellik”. Sonra, taşradan mümin insan portreleri. O yılların taşrasından manzaralar. Subaşı, birkaç fırça darbesiyle Balıkesirli Eczacı Hasan Beyi ve İvrindili Selametçi Sarı Dayı'yı ne güzel tasvir etmiş: “Bakkaldı, salaş bir dükkânın camlarında özellikle Milli Gazete'ye yer vermesi gözlerden kaçmıyordu. Selâmetçi'ydi. Pir-i fani bir ihtiyardı. (…) Ağırlıklarımı dükk3anına bırakır, biraz kızdırır, içinde ordu, nefer, biat, hak yol geçen kelimelerle örülmüş sohbetlerde onu güldürmeyi denerdim.”



EBUZER'LE VEDA


Ardından Karapınar'da öğretmenlik ve lisansüstü eğitim… Naci Ağabey'le yapılan “kanat operasyonları” piknik sefaları… Bu arada akademik kariyere atılmıştır Subaşı. Bu bağlamda akademik hayata ilişkin izlenimleri, akademisyenlerin itici davranışları kalemine takılır, naif bir dille akademiyi deşeler yazar. Bunların ardından hikâye, Van'da Yüzüncü Yıl Üniversitesi'ndeki akademik çevreyle, dostluklarla, sohbetlerle sürüyor. Van'dan sonra Muğla giriyor hikâyeye. Doğan Özlem'le, seküler bir ölüm merasimiyle, acı ama gerçek tespitlerle… Bu hikâyeler içinde “yol ve yolculuklar”a ayrı bir yer ayırmış Subaşı. Subaşı ve ailesi için yol ve yolculuk, “ ister kişisel, ister topluca olsun, her zaman içinde yorulduğumuz bir dünyadan kopmanın emsalsiz aracı[dır].” Oyunlarla, kahkahalarla, Ebuzer'in şarkı ve türküleriyle bezenir yolculuklar… Konya dinin, Samsun seküler şehrin simgesi ve bu arada yapılan zevkli yolculuklar. Bir de o uğursuz darbe; 12 Eylül Darbesi'nin Müslüman bir aile ve çocuğu üzerindeki acı tesirleri. Bu darbenin dindar inanlar üzerinde yarattığı çözülme, ancak yıllar sonra kavranabilecek büyük değişim, anılarda uzun uzun anlatılmış. Darbenin Anadolu'da Müslümanlar üzerindeki etkisinin hikâyesi hâlâ yazılmayı bekliyor. Subaşı'nın bu bağlamda anlattıkları genişletilmeli, yazılmalı. Ebuzer'in hikâyesi ile son buluyor anılar. İnsan hayatı, hep düz ve dingin bir çizgide gitmiyor. İnişler çıkışlar, gülümsemeler, türküler, dualar, sohbetler, gerginlikler, ölümler, acılar… Kalbimize bir hançer gibi saplanıyor bir babanın ölüm karşısındaki acısı, sabrı ve tahammülü.


Ve son: “Geçmişe bir define avcısı hoyratlığıyla dalmak yerine ona satır aralarında kendimizi yeniden kolaçan edebileceğimiz bir metin olarak bakmak daha asildi.”


Yaz Dediler Ânı, bizim ortak hikâyemiz. Bu hikâyelerdir bizi yaşatacak, çocuklarımıza bırakacağımız.



Kitabın künyesi:


Yaz Dediler Anı


Necdet Subaşı


Otto Yayınları


2015


192 sayfa


#hikaye
#kitap
#Yaz Dediler Anı
#Necdet Subaşı
#Otto Yayınları
9 yıl önce