|

Dünyanın değişeceğine iman etmeli

Ayşegül Devecioğlu'na göre mümkün olamazmış gibi görünen şeylerin mümkün olacağına inanmak düşe dalmaktır. İnsanlar düşe dalınca umut uykudan uyanır

Hale Kaplan Öz
00:00 - 8/07/2009 Çarşamba
Güncelleme: 20:40 - 7/07/2009 Salı
Yeni Şafak
Dünyanın değişeceğine iman etmeli
Dünyanın değişeceğine iman etmeli

Kuş diline Öykünen ve Ağlayan Dağ Susan Nehir kitaplarının yazarı Ayşegül Devecioğlu, öyküsünü, 12 Eylül dönemi ve etkilerini kuşatıcı şekilde devam ettiriyor. Yazar, yeni kitabı 'Kış Ukusu'nda marjinalize edilmiş insan topluluklarının hayatlarının kıyısında geziniyor.

Beşmeşelik'teki uyanışlar Kış Uykusu'nun gerçek çağrışımına ulaştırdı beni. Kış Uykusu uyanıklık durumuna geçiş gerektiğine mi vurgu yapıyor?

Aslında Beşmeşelik uyanmıyor, düşe dalıyor. Uyku ve uyanıklık hallerini pek alışılageldiği tarzda kullanmıyorum. Düşe dalmak hayatı ellerimizle değiştirebileceğimize iman etmektir yeniden. Size, hayatın öyle sürüp gideceğini, karşımızdakilerin çok güçlü, çok örgütlü, çok zengin, çok iyi silahlanmış olduğunu söylerler. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini, değişemeyeceğini söylerler. Sonra günün birinde aynı Beşmeşelik gibi mahalleler, fabrikalar iş yerleri okullar düşe dalar, kadınlar ve erkekler eşit, özgür, kardeşçe yaşamak için mücadele etme gücünü kendilerinde bulur. Dünyanın Neo liberalizmin vazettiği gibi içinden çıkılamaz, izah edilemez ve değiştirilemez olmadığına, akıl, cesaret, inanç, hayal gücüyle örgütlenme ve dayanışmayla değiştirilebileceğine yeniden iman ederiz. Mümkün olamazmış gibi görünen, şeylerin mümkün olacağına inanmak düşe dalmaktır. İnsanlar düşe dalınca umut uykudan uyanır.

'Ziyaret', etki gücü çok yüksek bir öykü. Öykü, sona gelene kadar, ortak bir acıyı duyumsatıyor. Kürtçe söylenen son sözler ise işin gerçek rengini ortaya koyuyor. Bu durum, yazar söylemek istediğini, lafı eğip bükmeden ve aynı zamanda sesini de yükseltmeden söylemek istemiş diye düşündürtüyor.

Benim itirazım, dünyayla kurulan -buna yazarın iç dünyası da dahil- ilişkideki kabul edilemez mesafenin göstergesi olarak, edebileştirmenin, sözcük oyunlarından, beylik imgelerden bir çeşit kötü dil mimarisinden ibaret görülmesine. Postmodernizmin de etkisiyle metinler ya tarih ya da başka bir bilgiye boğularak neredeyse okura karşı bir gözdağına, okuru bir tür güç gösterisiyle teslim almaya, bazen de yazarın iç dünyası diye tanımlanan ve anlamsızlaştıkça, "hah bu edebiyattır" diye itibar gören iç dökmelere, mırıldanmalara dönüşüyor. Tabii ki açık söylemenin, dosdoğru söylemenin de, bir edebiyat hali bir de edebiyat olmayan hali vardır. Bunun tek ölçüsü de ortaya çıkan öykü herhalde. Yani Ziyaret'i ya da başka bir öyküyü, sizin deyiminizle "etki gücü yüksek kılan şey", tek başına, lafı eğip bükmeden söylemek olamaz.

Tüm öykülerde ve özellikle de Veremli'de bireysel olanın aynı zamanda politik olduğunu görüyoruz. Bu toplumsal hafızada sorgulama sürecini başlatmada bir yöntem mi?

Yöntem sözcüğünü kullanınca akla öykünün ya da romanın inceden inceye tasarlanmış planlanmış bir sürecin ürünü olduğu düşüncesi geliyor. Benim inancıma göre, yazar sıfatı taşıyan kişinin amacı, onun dünyayla kurduğu ilişkide bir tür kendiliğindenlik halinde oluşur ve ortaya çıkar. Yazarın yazdığı şeyi bir ölçüde hesaplayabildiğini düşünüyorum. Hatta en ölçerek, biçerek, tasarlayarak yazanların metinlerinde bile onlara yazar sıfatını kazandıran şeyin etkisiyle, planladıklarından çok başka şeylerin onların dünyalarından sızıp bize ulaştığına inanıyorum. Burada metafizikten değil, yazarın dünyayla ilişkisine dair bir durumdan söz ediyorum. Bunun ötesinde, Fethiye Çetin'in Anneannem'i ve İpek Çalışlar'ın Latife adlı biyografik çalışması, toplumsal hafızada bir sorgulama sürecine vesile oldu. Yazarların da yaşadıkları toplumsal insani durumların ürünüydü bu kitaplar ve özellikle cumhuriyet ideolojisi dediğimiz şeydeki devasa çözülmenin, resmi tarihe yönelik itirazın da bir parçası oldular. Hem onun ürünü, hem onun yaratıcısıydılar. Dolayısıyla bütün metinler bir ölçüde birbiriyle keşisen, birbirini yaratan, birbirinden beslenen süreçlerin sonunda ortaya çıkar, bu süreçler onlara vesile olmuştur onlar da bu süreçlere...

Siz yazarken öykü size bir dalga gibi vurur kendini yazdırır mı yoksa 'Bir Öykü Yazmalıyım' öyküsündeki gibi “yazmam gerek” diyerek o konuya yoğunlaşır mısınız?

Ben iki halin de yazara yabancı olduğunu düşünüyorum. Hatta yaratıcıları tarafından ısmarlama yazıldıkları söylenen büyük yapıtlarda bile anlatılan şeyin belki onun bile farkında olmadığı hayata ilişkin başka sezgilerle sarıp sarmalanmış, içselleştirilmiş olarak orada çok önceden beri bulunduğu düşüncesindeyim. Dolayısıyla "dalga gibi vurmak" da, "yazmam gerek" de benim için hiçbir anlam ifade etmiyor. "Bir öykü yazmalıyım" adlı öykü de bunu anlatmaya çalıştım. Yazılmış değil hiç yazılamamış, hiç yazılmayacak bir öykünün öyküsünü anlattım.

"Saçları tutuşan kadınlar yılı, saçları yağmur kadınları yılı" kitapta anlatması güç olarak tanımlanmış...

Adalet Bakanlığı'nın kan donduran bir espri yeteneğiyle "hayata dönüş" adını verdiği Bayrampaşa Cezaevi'ne yönelik saldırıda kadınların saçları tutuştu, yüzleri eriyip aktı. Saçları yağmur kadınlar yılı ile pek çok kadının yaygın bir işkence yöntemi olarak tecavüze tacize cinsel saldırılara uğradığı 12 Eylül ve sonrasını anlatıyor. Ama kadınları mücadele etmedikçe bütün yıllar "saçları yağmur kadınlar yılı" olacaktır. Çünkü kadınlara yönelik cinsel saldırılar artıyor ve yasalar erkekleri ve güvenlik güçlerini korumaya devam ediyor. Öyküde dedim ki, bu yıllar bildiğimiz yıllara benzemez. Bazen uzun bazen kısa olabilirler. Bir kadının ömrü ne kadarsa o kadar. Çünkü bedenine yapılmış saldırıyı kadın hayatı boyunca bedeninin hafızasında taşır.

Beşmeşelik'teki "tanık ağaç" metaforunu biraz açmanızı istiyorum.

Ağaçlar yok edilmedikleri zaman insanlardan uzun yaşar ve çok şey tanık olurlar. Beşmeşelik hayali bir mahalle tabii. Ama Beşmeşelik'lerin bulunduğu yörelerdeki ağaçlar kıyımlara halkların yerinden edilmesine, yok edilmesine tanık oldular. Bugün, ülkemizin Doğusu'nda kardeş bir halkı yok etmek için yapılan operasyonlarda ormanlar yakılıyor. İçindeki kuşuyla, tilkisiyle, ayısıyla, çalısıyla yakıyorlar ormanları. Bölgeyi iyi tanıyan bir arkadaşımın söylediğine göre yakılan ormanların meşe ormanı olması iyiymiş. Sevineyim mi üzüleyim mi şaşırdım. Meşeler daha çabuk bitiyorlarmış. Öyküdeki gibi, yalnız insanlar değil, ağaçlar da direniyor. Ben ağaçların bizi terk edip gitmesinden çok korkuyorum. Ağaçlarla yakınlığımızı unutmamızı, bir ev için bir otopark için otel için, golf sahası için termik santral için milyonlarca ağacın yok ediliyor ve yok edilecek olmasına karşı sessiz kalmamızı kabul edemiyorum. Ağaçlara özellikle yaşlı ağaçlara sık sık dokunurum, onları okşarım, onlarla konuşurum ve zalimliğimizden dolayı bizi affetmelerini dilerim. Neoliberalizm denilen ve dünyanın sonunu getiren dehşete karşı mücadele etmeliyiz. Ağaçlar için, nehirler için, dağlar için, bizimle kardeş olan dünya için mücadele etmeliyiz.


15 yıl önce