Hz. Peygamberin (sav), Cennet sultanı dört kadın hadisinden yola çıkan dörtlemenin son kısmıydı Nil'in Melikesi, Hz.Asiye adlı kitabımız. 2000 yılından bu yana devam eden bir okuma, iz sürme sürecinin ardından on bir yıllık bir demlenme diyebiliriz. Hz. Asiye, Hz.Meryem, Hz. Hatice ve Hz. Fatıma... Dört uzun çizgi, dört taşıyıcı sütun, dört kurucu özne, birbirlerinin içinde izlerini sürebileceğiniz dört okyanus... Demlenme sürecini kesintili olarak yaşadığımı söyleyemem, uzun yıllardır peşlerindeyim. Mahsusen Hz. Asiye'yle alakalı seyran, onun Tahrim Suresi'nde de zikredilen duasıdır; “Rabbim katından bana bir ev bağışla” diyor. Sizce de çok enteresan değil mi, Melike yani mülklerin sahibi, devasa ehramları, binlerce yılık yazıtları, anıttaşları, höyükleriyle dünyanınen eski evi olan Mısır'ın Melikesi, Rabbinden bir ev istiyor... Hep “ev”e dairdi yolculuğum Hz. Asiye'nin izini sürerken...
Aslında ilk günden beri eve dönüşün yolunu arıyoruz. Hz. Adem yeryüzüne indirildiğinde yıllarca hiç susmadan ağlamıştı derler. Varoluşun kopuş ve ayrılık içeriğiyle anlamı, tasavvuf dünyasının hikmet özünü kurar. Hikmet, dünyanın gelip geçici bir konaklama yeri olduğu terbiyesini fısıldar bize. Hakiki vatan, gerçek ev, asıl yurt, dünya hayatının hitamından sonradır der arifler. Melike bile olsanız bu değişmez, yani evsizliğin, ayrı düşmüşlüğün sızısı, şayet hikmet gözüyle bakıyorsanız, yakar kavurur sizi...
Merhametin öznesi. Arı duru sevginin ne demek olduğunu onun hayatından öğreniyor insan. Evsizlerin annesi. Yurtsuzların annesi. Irkçılıkla, hoyrat ve baskıcı yönetimlerle mücadele eden lider karakterli bir kadın... Merhametin zirvesi. Onun hayat öyküsü, anneliği de sorguluyor aslında, kendi doğurduğunuz çocuğın değil, doğurmadığınız bir çocuğun da annesi olabilirsiniz şeklinde, aşkın bir anaçlık var onun özünde.
Nil Nehri sahra çölü için nasıl bir anlamsa, soykırıma uğrayan insanlar için de Hz. Asiye o şekilde bir kurtuluş manası taşıyor. Melike Asiye, Hz. Musa için hayat demek. Su demek... Yaşadığı sınavlar, elbette onu hayatın içindeki esas rolüne hazırlayan mertebeler. Nasıl ki Nil Nehri, yeryüzüne çıktıktan sonra nice badireler, sınavlar aşarak akıyorsa... Başını taşlara vurarak zorlu bir yolu koşuyorsa... Su burcundan olan insanlar da alçakgönüllü ve fedakar yapılarıyla türlü sınavlardan geçerler... Her nehir özlediği yere akar sonuçta... Nil, ummana, Melike Asiye ise Rabbine kavuşuyor zorlu hayat hikayeleri sonucunda...
Her kadının içinden geçtiği bir çölü vardır. Her kadının taşıdığı bir alın yazısı da... Tıpkı Nil Nehri gibi... Dava; çölü, nehirle geçmekte, çöle nehir olmakta.
Hz. Asiye'yi çocukluk masallarımdan bir kahraman olarak bilirdim ilkin. Nil Nehri'ne salınmış bebek Musa'yı nehirden kurtarıp büyüten iyi yürekli anne olarak tanırdım. Oysa dörtleme çerçevesinde çıktığım yolda, kadın olarak kendi özlerinde yaşadıkları gerçeklerle karşılaştım. Şaşırtıcı bir şeydi bu. Çok muhterem, mukaddes kadınlardı elbette, ama aynı zamanda bizlere de çok benziyorlardı, yaşadıkları sınavlar, cesaretle içinden geçtikleri zorlu anlar, bugünkü kadınlar olarak bizlerin yaşadıklarıyla çok benzerlikler de taşıyordu. Örneğin Hz. Asiye, nefret suçlarıyla mücadele eden aktivist bir kadın aynı zamanda...
Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hz. Asiye, Hz. Musa ve Firavun'un gerçek kişiler oldukları kadar, kişiliğimizin içindeki istidatlar, meyiller olarak da ele alır bu güçlü karakterleri. Hepimizin içinde gizli bir Firavun ve onu sürekli kışkırtan Haman saklıdır. Yine hepimizin içinde Hz. Asiye'nin sesi dolaşır. Dava, içimizdeki masum bebek Musa'yı nehirden ve zalimlerin elinden kurtarmak. Mevlana'nın öğretisine göre, tıpkı Asiye annemiz gibi sonuna kadar içimizdeki Firavun'u iyiliğe ikna etmeye çalışmalıyız, Kuran'daki Hz. Musa da bunu yapar zaten... Onların hepsi içimizde yaşıyor, dışarıda aramak gereksiz...
Bir medeniyetin kudreti onun mükemmelik algısıyla çok ilintilidir. Mısır, dünyanın en kudretli medeniyetlerindendi, yazı ve mimari başta olmak üzere, bilim ve sanat hat safhada görkemli sunumlarıyla adeta insanlığın tarihini kayda geçirmiştir. Günümüz modern algısıyla çok da benzeşiyor aslında. Zamanı kullanma konusundaki titizlik, hız ve haz düşkünlüğü bugünün mükemmelci bakışını andırıyor.
Kitap geleneksel hikayatımızı ihya etmeyi kendine hayati bir borç bildiği için, edebi siret ananemizin çerçevesine selam etmeyi uygun gördük. Attar'ın, Galib'in, Rumi'nin, Fuzuli'nin, Süleyman Çelebi'nin evladı olarak, evimizin büyüklerine selam vermek bizim için onurdur. Onur olduğu kadar bunun kendi edebiyatım adına hayati bir şey olduğunu da düşünüyorum. Evi arayış gibi bir şey bu benim yazım serüvenimde.
Çok doğru bir tesbit, dört çocuk, dört arketip aslında. İçimizdeki dört büyük kuvvet, meyil, istidat... Ben bu dört çocuğun dördününün de sesini işitiyorum kendi nefsimde. Ateş, su, rüzgar ve toprak, anasır-ı erbaa... Varoluşun çarpıcı karışımı ve içteki çetin mücadele...
Dört yıldan beri Ömer Lekesiz'in moderatörlüğünü yaptığı iki ayrı okuma gurubunun okuyucularındanım. Kur'an, İncil, Tevrat'dan başlayıp, tasavvuf metinlerinden, Zend Avesta ve Tao'ya kadar akan, ontolojik okumalar. Arabi'den Heidegger'e, Hacı Bektaş'tan Malinowski ve Yung'a kadar rengarenk bir yelpaze... Sorular basit ve çok ağır aynı zamanda: Ben kimim, buraya nereden geldim, nereye gidiyorum, buradaki anlamım ne?... Elbette bu münbit soruların edebi dip uçları, zamanla ortaya çıkacaktır... Hümeyra Şahin ve Gönül Utku Yonar'ın son eserleri de benzeri okumalar ve sorular çerçevesinde meyve verdi zaten.