|

Hicret Bey ve Oğulları...

"Tarihin söylemediği bir şeyleri bulmak, yeni şeyler söylemek isterim" diyen Sevinç Çokum, kayıp bir dönemin ve kayıp küçük insanların hikâyesini ustalıkla birbirine ulayarak Lacivert Taşı'nı edebiyatseverlere sunuyor

Aykut Ertuğrul
00:00 - 14/12/2011 Çarşamba
Güncelleme: 22:09 - 13/12/2011 Salı
Yeni Şafak
Hicret Bey ve Oğulları...
Hicret Bey ve Oğulları...

Lacivert Taşı romanında olaylar, Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekildiği, o karışık, toz duman içindeki sancılı yıllarda yaşanıyor. Roman, şimdiki Türkiye'nin doğu illerinde kervanla ticaret yaparak hayatını idame ettiren; gidenler ve unutulanların hasletlerini adeta ideal boyutlarda şahsı manevisinde barındıran; onurlu, dürüst, haysiyet sahibi Hicret Bey'in ve ailesinin hikayesini olduğu kadar Osmanlı'nın, düzenin ve geleneğin ağır ağır çöküşünü de anlatıyor. Özellikle Hicret Bey'in ağzından anlatılan ilk bölüm olmak üzere tüm roman, bu netameli dönemin seçilmiş olmasından dolayı içli bir ağıt gibi tekrarlar, iç çekişler, yazıklanmalar ve yoğunluğu azalan bir tempoyla ilerliyor.

Aslında bir ailenin konu olarak seçildiği romanları şöyle hızlıca düşündüğümüzde aynı zamanda tarihsel bir dönemin hatta coğrafyanın anlatılışının da kaçınılmazlaştığını görüyoruz. Romancının anlatmayı seçtiği zaman ve mekân, bize hem dönemin insanları, birbiriyle ilişkileri, hayata bakış şekilleri, hem de ailevi yapıları, masalları, efsaneleri vs. konusunda ayrıntılı bilgiler veriyor. Buddenbroklar, Cevdet Bey ve Oğulları, Yüzyıllık Yalnızlık bu alanda verilmiş iyi örnekler olarak aklımıza ilk gelen eserler. Bir düşünün, aile bir ülke demek değil midir zaten; Hicret Bey'in fizik ve astroloji tutkunu oğlunun söylediği gibi "her şey ve evren bir bütündür." Bütünün her parçası, bütünden hemen hemen aynı oranda izler taşımak zorundadır. İbn-i Haldun'un bilinen tespiti ışığında okuyunca az sonra alıntılayabileceğimiz bölüm pekâlâ, hem ailesini bir lanete kurban etmekte olan Hicret Bey'in hem de biten bir çağın ardından yakılmış bir ağıta dönüşmüyor mu?

"Bütün hayatım bu şarkıda. Ben bir çerçiyim. Kırık bir aynanın içinden hayata daldım Ve yürüdüm Ve yollar boyunca birisi seslendi… Nehir kıyılarında, taş köprülerde, devem Humar'ın sırtında, hanlarda, kervansaraylarda…

'Onu kaybetme! Onu kaybetme!' diye.

Aynalar kırıktı, aynalar eksikti, aynalar içimizi gösteremezdi. Yine de yürüdüm. Yürüdük. Hep yürüyeceğiz."

Romanın kilit kavramı, akıbeti ve etkileri bir parça muğlâk bırakılmış olsa da lacivert taşı. Karısı tarafından hediye edilip, Humar'ın boynuna takılan taş, Hicret Bey'in dirliğinin sembolü. Lacivert taşının bir gün üvey oğul Yadigâr tarafından sebepsizce kaybedilmesiyle birlikte Hicret Bey ailesinin felaketi de başlamış sayılıyor. Önce Mecnun istidatlı oğul Selvi, sonra adeta dönem insanın idealleştirilmiş temsilcisi olan Hicret Bey, nakkaş oğul Alaca birbiri ardı sıra afetlere kurban gidiyorlar. (Ölümlerin önce âşık sonra tüccar ardından zanaatkârın ölümü şeklinde olmasının bilinçli bir seçim olup olmadığını ve ayrı bir anlamı olduğunu düşünmeden edemiyoruz)Aynı anda Sarıkamış faciası yaşanıyor, imparatorluk toprakları birer birer kayboluyor, bu çalkalanma halkın ruhuna da sirayet ediyor adeta. Aile için Heyzeban cadısında vücut bulan kötülük ülke için düşkünlükle kolkola yükseliyor. Kervan yolları tekinsizleşiyor, haydutluklar, savaş, güvensizlik vs. kol geziyor.

Osmanlı'nın lacivert taşını kim kaybetti?

Lacivert taşının lanetinin erkeklere musallat olması ve sonunda erkeklerin aile ocaklarını terk etmek zorunda kalmaları da meselenin bir başka boyutu. Okurken aklımıza ister istemez şu soru takılıyor; peki Osmanlı'nın "lacivert taşı" neydi? Onu kim kaybetti?

Okuru büyüleyen bir üslup

Bir romanı beğenmişseniz, yazarın dili kullanımındaki ustalığından bahsetmek adettendir, klişedir hatta. Ama daha önce Sevinç Çokum'un herhangi bir eserini okuyanlar bana hak verecek; Çokum dili kullanmakta öyle mahir ki; onun satırlarını okurken kendinizi şiir şiir köpüren bir nehrin içinde buluveriyorsunuz. Dikkatli okurlar, üç kişinin anlatımıyla (Hicret Bey, büyük oğul Devran Bey ve lacivert taşının son sahibi üvey oğul Yadigâr) kurgulanan romanın her bölümünde üslubun, anlatan kişinin fıtratına uygun şekilde değişti-rildi-ğini ama yazarın büyüleyici dilinin, derin bir bilgelik taşıyan şiirselliğinin baştan sona romana hâkim olduğunu, Çokum'un eşyayla, nesnelerle, doğayla ilişkisinin ve dikkatinin tasvirlerine mükemmelen yansıdığını gözden kaçırmayacaklardır. İşte size sadece küçük bir ispat: "Son kuş da kanatlarını iri yapraklar gibi sallayarak koyu renk gövdesiyle üzerimizden geçtikten sonra göğün mavisi mürekkep tonunu almıştı. Çıngırak sesleri, konuşmalar, abdest alanların ayaklarını yıkadıkları suyun taşlara soluklana soluklana düşüşü…"

Bir yazarı neden okursunuz? Bir kitabı değil, bir hikâyeyi, bir şiiri, bir akımı, bir dönemi değil; insan bir yazarın yazdıklarını neden merak eder? Bunun birden fazla sebebi olabilir: Bir tanesi üsluptur. Yazarın ne söylediğiyle değil nasıl söylediğiyle ilgilidir meraklı okur. Bir metni okuyarak, yazarla birlikte bambaşka bir evrenin inşa edilişine şahit olmaktan haz alır kişi. İnşa sürecine ortaklık; oluşturulan dilin muhatap tarafından tadılmasıyla/büyüye maruz kalınmasıyla katmerlenir. Başka bir tanesini ise kabaca ilgi alanı olarak belirleyebiliriz. Yani yazarın ne anlattığı, neyi anlatacağının merak edilmesinden doğan istek. Kimi edebiyatçılar ilkinin kimisi de ikincisinin önemli olduğunu savunsa da okur, iyi okur, meraklı okur, her zaman ikisini de bir arada istemiştir, yazarım diye benimsediği kalem sahibinden. Yazılmayanları, görülmeyenleri, unutulanları, tarz sahibi bir kalemden okumak... Kendisiyle yapılan bir söyleşide "Ben tarihte yazılanların -belki bir anlamda resmî tarihin- dışına çıkmak isterim. Tarihin söylemediği bir şeyleri bulmak, yeni şeyler söylemek isterim" diyen Sevinç Çokum, kayıp bir dönemin ve kayıp küçük insanların hikâyesini ustalıkla birbirine ulayarak Lacivert Taşı'nı edebiyatseverlerin huzuruna sunuyor. Bu önemli romanı okumayanlar neyi kaybettiklerini asla bilemeyecekler.

12 yıl önce