|

İronik anlatılar durağı Serçe Parmağı

Anlatılarının neciliği, nasıllığı ne olursa olsun, Gökhan Özcan okumak, kanaatimce bir ayrıcalıktır ve okuyanda mutlaka bir farkındalık, tiryakilik yapacaktır. Bu anlatılar, bir şiir olacak kadar kıymetli “insan gülümsemeyi ertelememeli fotoğraflarda” ifadesi için bile okunabilir

Turan Karataş
00:00 - 8/12/2010 Wednesday
Güncelleme: 21:23 - 6/12/2010 Monday
Yeni Şafak
İronik anlatılar durağı  Serçe Parmağı
İronik anlatılar durağı Serçe Parmağı

Yayımlanışının üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen, maalesef hâlâ okuyamadığım Hiçbişey müellifi Gökhan Özcan'ın ikinci 'öykü kitabı' Serçe Parmağı , bilinen öykü tanımına uymayan, yeni ve tabir doğruysa bir çeşit “aykırı” anlatılardan oluşuyor. (Diğer yazdıklarından da anladığım kadarıyla, yazar yaşama pratiklerini de bu “aykırılık” yahut bir nevi “özgelik” üzerine konumlamış olmalı. Bu yeni kitaptaki “Robinson” anlatısında bu “özgeliği” şu cümlede fark ederiz: “ben bomboş kalmış bir gezegende, kafasının içinde, ruhunun içinde, kalbinin içinde, sonsuz bir kalabalıkla baş başa yaşayan ve ruhu bulduğu her bahaneyle parçalanmakta olan bir adamım.” Yine aynı anlatıdaki 'bir gezegende yaşayan tek insan olmak' arzusu da, bu farkındalığa bir işarettir.)

İlk kitaba şimdiye kadar ulaşamamanın verdiği tedirginlikle acele ettim ve Serçe Parmağı'nı daha mürekkebi kurumadan okudum.Kitaptaki 22 metnin hemen çoğuna, öykü yerine, bana kalsa “anlatı” adı verilmeliydi. Bir kısmı da, yine bana sorarsanız, denemeye daha yakın yazılar.

Bunu söylerken, bugün öykünün sınırlarının oldukça genişlediğini unutmuş değilim. Öyle ki, insanın her durumu, devinimi, hayatının her ânı bütün gözenekleriyle girmektedir öyküye. Öykü yazarı, eskiden olduğu gibi, bize sadece sonu merakla beklenen tatlı tatlı olaylar nakletmiyor, kişileri birer birer ayırt edilen bir “hikâye” anlatmıyor. Yaşadığımız veya insan tekinin yaşayabileceği her durumu 'öykülüyor'. Zaman zaman filozofik bir bakışla, belki sezgiyle insanlık hâllerini; ilişkileri, davranışları zihniyetleri, hatta niyetleri sorguluyor. İnsan soyunun ezeli soru(n)larına yenilerini ekleyerek hayatı ve onun birincil öznesi olan insanı tanımamıza yardımcı oluyor. Belki tam aksine soru(n)ları iyice karmaşık hâle sokuyor, zihinleri bulandırıyor. (İyi de ediyor.) Fakat her hâlükârda, her öykü milyon yüzlü insanın bir cephesine ışık düşürüyor.

Gökhan Özcan'ın öykülerine gelince, hayatın her kıvrımına eğilen bir dikkatle ve tüm hâlleriyle birlikte daha çok insanın açgözlülüğü, aptallığı, çaresizliği öne çıkarılıyor bu metinlerde. Bazılarını okurken bir acı yerleşiyor içimize aniden, bir hüzün sararıyor. Bu anda, tabii, aptallığına gülemiyoruz insanın; yine acziyetine yazıklanıyoruz. “Tam bir zavallı” gibi görünüyor öykünün fotoğrafında kişioğlu. Gökhan Özcan'ın o güzel ifadesiyle “zavallı insanoğlunun, zavallı insanoğlu gibi çıkmış bütün fotoğraflarını ortaya seriyor” bu metinler. Bu yüzden, bir taraftan sınırlarını genişleten öykü, diğer yandan ucu kapalı bir noktaya sıkışıyor, insanın çaresizliğine.

Gerçekle gerçeküstü içiçe

Serçe Parmağı'nda yer alan metinlerin ilk ikisini (“İçinden Geçen”, “Büyük Yalan Kulübü”) yapı itibariyle farklı bir yere koymak gerekir. Ama hepsinde gerçekle gerçeküstü iç içe. Söz gelimi, “Büyük Yalan Kulübü”nün Bayan Fildişi adlı kişisi “bir elinde sedef işlemeli çantasını, bir elinde kalbini taşıyor”dur. Aynı öyküye adını veren “büyük yalan kulübü”nü, dünyayı temsil eden bir simge olarak düşünebiliriz. Yalansız kalan her üyenin bir daha dönmemek üzere terk ettiği gösterişli bir mekân. Yalana bulaşmadan yaşanamayan bir dünyanın gerçekliği kadar gerçek; gevşediği için düşmesinden korktuğu kulağını çıkaran adamın gerçeküstücülüğü kadar “saçma”, yahut elinde taşıdığı kalbini âşığına veren kadının “çantasını açıp yeni bir kalp çıkarması” kadar ironik. Bu geçişler, şaşırtıcı anlatma biçimleri sıkça başvurulan bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor.

Kitaptaki anlatıların kışkırtıcısını yahut kaynağını yazarın şu ifadesinde bulabiliriz: “İçimdeki her şey hiç olmadığı kadar görünür hale geliyor, keskinleşiyor… dışımı saran huzursuz uyku içimde isyanlar çıkartıyor, yaşadığım zaman boyunca hafızamda biriken ne varsa tek tek karşıma dikiliyor…” Yazarın olaylar, durumlar ve insanlar karşısında “parçalanmakta olan ruhu”nda giderek daha çok cümle birikiyor. Ona da bunları bize anlatmak kalıyor. Dikkat ediyorum, her yanı sözlerle dolu bir yazar var karşımızda. Anlatılacak “şey”lerle dolu bir yazar. Yazımızın başında da belirtmeye çalıştığımız gibi, dünya ile pek uyuşamayan bir anlatıcı. Bize anlatım yoluyla gösterdikleri alıştığımız dünyevî yaşantılara, düşünüşlere ve bilinen gerçeklere aykırı görünüyor.

Anlatıcı ahvalimizi gösterir

Gökhan Özcan'ın anlatılarında, baştaki iki öyküyü ayrı tutarsak, ayırt edilmiş, işaretlenmiş, belirli özellikleriyle zihinde yer edecek kişiler yok. Zaten, kişiler üzerinden anlatılan değil, bir anlatıcının, ahvalimizi bize gösterdiği metinler bunlar.

Anlatma temelli metinlerde var olması beklenen öğelerden ikisi de zaman ve mekândır. Bu metinlerin zamanı ve mekânı yok dense yeridir. Kitaptaki bir cümle, “Ölü Prenses ve Yedi Cüceler” anlatısı bağlamında söylenmiş olsa da, tüm metinlerdeki zaman meselesini izah ediyor gibi: “Zaman kocamış bir ev kedisi oldu ve kıvrılıp uyuklamaya başladı hayatın sıcak şiltesinde.”

Şurası çok önemli, Gökhan Özcan'ın “kendisine ait kesin bir cümlesi” var. Bu “cümle”, ironiyle daha da güç kazanıyor: “Küçük çocukları köşelerde kıstırıp ucu sivriltilmiş formüller saplasınlar kalplerine mesela.” Bu ifade, aynı zamanda toplum olarak içine düştüğümüz şaşkınlığın, dahası aymazlığın, her şeyi gereğinden fazla önemsemenin, abartmanın kara mizahı oluyor. Yazarımız, sadece bir cümleyle dünyamızın bugünkü acayip tavrının da bir fotoğrafını çıkarabiliyor. “Sanki üstünde titreyen hiçbir şey kalmamış gibi tedbirsiz dönüyor dünya!” Benzetmelerinde ve bağdaştırmalarında da ince bir mizah dikkati çeker: “Gonkları gevşemiş duvar saatlerine benziyorsunuz yürürken”, “bulup buluşturulmuş sarsak bir gülümseme”, “dünyayı hareket ettikçe ses çıkaran kocaman bir çıngırağa benzeten bugünün insanları…”

“Yağmursun” başlıklı metni okuyunca, her öykücünün içinde gizlenmiş bir şair olduğuna inandım. Özcan'ın kitaptaki diğer metinlerinde de yer yer uç veren şiirsel ifadeler, söz konusu metinde iyice görünür olmaktadır. Bir mensur şiir var karşımızda adeta. “Küçük bir yağmur damlası gibi” duygulu, incelikli ve hüzünlü. “Cânân” yazısını da, romantik bir aşk şiiri gibi okuyabiliriz.

Anlatılarının neciliği, nasıllığı ne olursa olsun, Gökhan Özcan okumak, kanaatimce bir ayrıcalıktır ve okuyanda mutlaka bir farkındalık, tiryakilik yapacaktır. Bu anlatılar, bir şiir olacak kadar kıymetli “insan gülümsemeyi ertelememeli fotoğraflarda” ifadesi için bile okunabilir. Kendi cümlesini kısmen değiştirip söylersek, Özcan, kaleminden dökülen kelimelerin tınısına bile dikkat eden bir yazardır. “Endişe etmeyin, kelimelerdir yürüten insanları.”



Serçe Parmağı

Gökhan Özcan

April Yayıncılık

155 sayfa

13 years ago