|

Konuşan taş, kulağa hoş, akla garip gelir

Enis Batur, yeni kitabındaki öykülerde, bilinci bir terazi yapıyor. Çocuk ruhu ve zihinsel yapısını terazinin iki ayrı kesesinde, biri diğerinden ağır basmayacak şekilde eşitleyerek sunmayı başarıyor

Esra Özdemir Demirci
00:00 - 9/03/2011 Çarşamba
Güncelleme: 22:50 - 8/03/2011 Salı
Yeni Şafak
Konuşan taş, kulağa hoş, akla garip gelir
Konuşan taş, kulağa hoş, akla garip gelir

Konuşan taş, domates seven ay, dişlerini fırçalayan bir testere! Kulağa hoş, akla ise garip gelen bu betimlemeler, çocuksu düşüncenin eşsiz yapısına bir kapı aralıyor. Her biri, bir soru başlığı altında sunulmuş metinler, Enis Batur'un sıkı anlatımı ve Selçuk Demirel'in enfes çizimleriyle biraraya geliyor. Bu soru başlıklarından biri veriyor kitaba adını: Bir Balık Bir Başka Balığa Onu Sevdiğini Söyler mi?

Gelengi Yayınları arasından, Ocak 2011 tarihinde yayımlanan kitap; 12 soru başlığından ve bu soru başlıkları altında sunulmuş cevapları içeren toplam 12 öyküden oluşuyor. Öykülerde bilinci bir terazi yapan yazarımız, çocuk ruhu ve zihinsel yapısını terazinin iki ayrı kesesinde, biri diğerinden ağır basmayacak şekilde eşitleyerek sunmayı başarıyor.

Açılış öyküsü “Hangi dili konuşur taşlar?” da, her taşın bir yüzü, bir haritası olduğu gerçeği öne çıkarılırken, aynı zamanda her taşın ayrı bir seslenişi ve hatta kiminin hiç konuşmamakta ısrar edişi kaleme alınıyor. Öykünün sonunda, okuruna bir sır verirmiş gibi sunuyor en değerli bilgiyi yazar: “Unutma, onlar boşlukta durmayı bilirler. Başka hiçbir şey yapamaz ki böyle bir işi.”

Ay da domates salçası yer mi?

Bir sonraki öykünün eşiğinde bekleyen soru; “Bir Çek serçesi ile bir Alman serçesi arasında ne fark var?” oluyor. Öykünün başında insana bir gönderme: “Canlılar arasında, öteki canlılar konusunda en sık yanılan, kendisini ve ötekini en az tanıyabilen, anlayabilen insandır.” Çocuk olmaya gerek yok aslında bu cümlenin üzerinde dakikalarca durabilmek için! Küçük ayrıntıları, çocuklara ne şekilde sunacağını çok iyi bilen yazar anlatacağı herşeyi, adeta bir arkadaşına sır verir gibi sunuyor. “Her serçenin ayrı bir serçe olduğunu bilmek gerektir” diyor ve ekliyor: “Vaclac Havel'in balkonuna konan bir serçeyi Ernst Jandl'ın gözünü diktiği bir serçeye bağlayan nedir, işte bunu öğrenmek bayağı emek ister.”

Kitabı okumaya devam ederken, taşlar yerine oturuyor ve artık biliyoruz ki; tehlikesiz ve zevkle yürünen bir yolun ortasındayız! Bazen arkamızdan yetişen bir sesin bize “bu kadar emin olma!” dediğini duyar gibi olsak da, yol üzerine oturak gibi yerleştirilmiş gerçekler, bilinci desteklerken, çocuk ruhuna üflenen birer sır vazifesi görmeye devam ediyor. “Ay da domates salçası yer mi?” diye soruyor bu kez yazar. Ve işte bir diğer sırrı ifşâ vakti gelmiş oluyor tam da burada: “Senin yaşındayken, bilinesi herşeyin, ilk bilgiden son bilgiye herşeyin uzaktaki bir kutunun içinde sıkışmış durduğunu düşünürdüm. Büyüyünce, haklı olduğum ortaya çıktı. Gelgelelim kutu uzakta değilmiş, buradaymış, içine girmesi olanaksızmış, ya da hemen hemen olanaksızmış.”

Kuşkuculuk çocuklara da bulaştı

Daha önce değinmiştik aslında, bunca sırrı anlamaya çalışmak için çocuk olmaya gerek yok! Biraz durup düşünmek yeterli. Çünkü ancak durup düşününce inanabiliriz; ağaçların kendi aralarında tartışabildiklerine, testerenin dişlerini fırçalama ihtiyacına, bir balığın bir başka balığa onu sevdiğini söyleme ihtimaline! “Büyüklerin kuşkuculuğunun çocuklara da bulaşması ne acı verici” diyor yazar.

Şimdiye kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere; karşı karşıya olduğumuz sıradan bir çocuk kitabı değil! Hayal deryasında yüzdürdüğü kelimeleri bir anda, tek bir hamleyle gerçeğin kara parçasına atabilmeyi başaran bir ustalık sergiliyor yazar. Monolojik didaktiklikten uzak anlatısında, çocuklar kadar büyüklerin de kendinden bir şeyler bulacağı, belki de bir yitiği bulur gibi heyecanla geçmişe döneceği keyifli bir anlatımla sürdürüyor yolculuğu.

13 yıl önce