|

Modern şair naata uzak mı kaldı?

Çıkarımlarım beni yanıltmıyorsa, modern şair şu veya bu nedenle naata uzak kalmıştır. Benim arzum, bugünkü Müslüman şairin tanıyarak, bilerek, yaşantısına katarak peygamber sevgisine şiirinin burcunda yer vermesidir. İnancımızın coşkun bir verimi olarak medeniyetimizin güzel mirası naat geleneğinin yaşaması böylece mümkün olabilir

Turan Karataş
00:00 - 11/04/2012 Çarşamba
Güncelleme: 21:43 - 10/04/2012 Salı
Yeni Şafak
Modern şair naata uzak mı kaldı?
Modern şair naata uzak mı kaldı?

Kadim şairlerimizin ürünlerini içinde toplayan divanlarda olmazsa olmaz türden şiirler bulunurdu. Klasik tertibe göre bir mukaddime/ dibace ile başlayan çoğu divanda tevhid ve münâcâttan sonra bir naata yer verilirdi. Dahası bazı divanlar naatla başlar, okuru selamlayan ilk şiir naat olurdu. Bunun yanı sıra mesnevilerde de asıl hikâyeye geçilmeden yine çok zaman tevhid ve münâcâttan sonra mutlaka bir naat söylenirdi. Hz. Peygamber sevgisinin tezahürü yani bir çeşit somutlanışı olan bu türden manzumeler, kuşkusuz, şairin içinde yaşadığı cemiyet hayatının ve kendi dünya görüşünün bir gereği idi. Denebilir ki, Allah adıyla açılmayan, Peygamber sevgisinin, övgüsünün yer bulmadığı mecmualar natamam sayılırdı.

Katıksız sevginin tezahürü

Türkler İslamiyet'i kabul edip onu hayatlarının merkezine koydukları tarihten bir süre sonra, şair ve yazarlarımızın söyleyip yazdıkları edebiyat ürünleri de bu dinin, bu inanışın egemenliği altına girmiştir. Yusuf Has Hacib, Edip Ahmet Yükneki, Ahmed Yesevî gibi Türk İslamlığının ilk dönem şairlerinin eserlerinde görülen naat söyleme arzusu yaklaşık sekiz asır boyunca gürleşerek akan bir şiir ırmağı oluşturmuştur. Sadece mutasavvıf Türk şairleri değil, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Türkçe şiir yazan hemen her şair, tevhit yahut münâcâtla birlikte şiir defterini/ kitabını en az bir naatla taçlandırırdı. Müslüman Türk şairi, bunu bir çeşit ödevi bilirdi. Sevginin, 'bağlanma'nın bir gereğiydi naat söylemek/ yazmak.

Söz konusu şiirler içinde Fuzulî'nin meşhur "Su Kasidesi" gibi yahut Şeyh Gâlib'in her bendinde "Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed'sin efendim/ Hak'tan bize sultan-ı müeyyedsin efendim" mısralarının tekrarlandığı "Müseddes"i gibi şaheserler vardı. Bu manzumelerde "kâinatın övüncü"ne duyulan katıksız sevginin tezahürü ve sanat kıymeti yüksek olan şöyle mısralar az değildi:Senin aşkın kamu derde devâdır ya Rasûlallah/ Senin katında hâcetler revâdır ya Rasûlallah/ Senin nûrun gören gözler, ne ay gözler ne yıldızlar/ Nûrundan gece gündüzler ziyâdır ya Rasûlallah (Şeyyad Hamza)

Beş altı asır öncesinden söylenip bugün hâlâ dillerin bezeği olan şık Yûnus'un yanık, sevdalı, samimi seslenişi de bu şiirler biçiminde bize ulaşmıştır: Cânım kurban olsun senin yoluna/ Adı güzel kendi güzel Muhammed/ Şefaat eylesen kemter kuluna/ Adı güzel kendi güzel Muhammed

19. asrın ikinci yarısından itibaren naat nehrinin suyunun azalmaya başladığı dikkatten kaçmayacaktır. Dönemlerinin şiirini temsil eden öncü isimlerin birçoklarının ürünleri arasında naat görünmez. Şinasi, Namık Kemal, Abdülhâk Hâmid, Tevfik Fikret, Cenâb Şahabeddin, Ahmet Haşim, Yahya Kemal ve daha sonra Türk şiirinde öne çıkan onlarca isim, Peygamberin övgüsüne, üstün özelliklerine şiirlerinde yer vermezler; hiç değilse bazı şiirlerini peygamber sevgisiyle yoğurmazlar. Çünkü toplumumuz ve insanımız başka bir değerler, inançlar dünyasının çekim alanı içine girmiştir. Batı'daki gelişmelere, daha çok da yaşamalara bakarak bir bakıma pozitivist ilkelere göre yaşayışını, duyarlığını ayarlayan/ düzenleyen Türk şairi, artık daha ziyade dünyevî güzelliklerin, inceliklerin peşine düşmüştür. Toplumdaki her uğraş ve sanat gibi, Türk şiiri de seküler bir zemine kaymıştır maalesef.

Edebiyatı Cedide şairlerinin en uzun yaşayanı Hüseyin Sîret Özsever (1872-1959), 1940'larda bir tarikata intisap etmiştir. Bir gün şeyhiyle Sîret arasında şöyle bir konuşmanın geçtiği nakledilir:

Fahreddin Efendi şairimize sorar;

-Sîret Bey! Hoş, iyi şairsiniz ama neden Peygamber Efendimize dair bir şiiriniz yok?

Bu suale Sîret; "Efendim, malumunuz biz realist bir edebî mektebin içinden geliyoruz. Ancak gördüğümüzü yazarız. Görmedim ki, ne yazayım?" şeklinde cevap verince Fahreddin Efendi mütebessim: "Öyleyse gör o zaman" der. Ertesi gün sabah erken saatlerde soluğu Karagümrük'te, Fahreddin Efendi'nin evinde alan Sîret, kapıyı çalar, kapıyı açan mürşidine elindeki kâğıdı uzatıp, "İşte şeyhim! Gördüm ve yazdım." diyecektir. Kâğıtta, "Ey mihr-i lâyezâlin mehtab-ı müstenîri" mısraı ile başlayan "Na't-ı Şerîf" vardır. Aradaki üçüncü dördüncü sınıf şairlerin yazdığı vasat örnekleri saymazsak, naat neredeyse yüz yıl Türk şairinin gündeminde olmamıştır denebilir. 1960'dan itibaren Türk şairi, bir süreldir kaybettiği bu cevherini hatırlar. Arif Nihat Asya'nın meşhur naatı, Sezai Karakoç'un o harika "Küçük Na't"ı bu yıllarda görünecektir şiirimizin ufkunda.

Göz seni görmeli ağız seni söylemeli/ Hâfıza seni anmak ödevinde mi/ Bütün deniz kıyılarında seni beklemeli/Sen Eskimoların ısınması sevgililer mahşeri

… Bütün deniz kıyılarında seni anmalı/ Sen buzulların erimesi Eskimoların ısınması

dizeleriyle selamlar Karakoç, Kainatın Efendisi'ni. Dünyaya adeta yeniden ayak basan ve yeni bir dille konuşan şairimiz, pas tutan, neredeyse kir bağlayan gönüllere yitik kaynağın su yollarından birini açmış, yanık yürekleri taze bir heyecanla ürpertmiştir. Yine Karakoç'un görünür planda İstanbul hasreti bağlamında yazdığı meşhur "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" şiiri de, bir katmanında Tanrı'ya yakarışı, bir katmanında peygamber sevgisini dile getirecektir. Batı uygarlığı dairesine giren insanımızın içinde donup kaldığı buzulların erimesi kolay olmamıştır, olmuyor da. Bu iki üç güzel örnekten sonra, bildiğim kadarıyla, neredeyse son kırk elli yıldır şiirimizin burcunda Nurullah Genç'in "Yağmur"undan başka dikkate değer bir rahmet bulutu, bu türden bir eser görünmedi. Son kırk yılın belli başlı şiir kitaplarını hatırladım, bazılarını gözden geçirdim, ait olduğumuzu iddia ettiğimiz dünya görüşünün/ inanışın önemli bir yansıması ve göstergesi olan naat örnekleri göremedim. Acaba, günümüz şairinin öncelediği konular, temalar arasında, peygamber sevgisi gereği kadar bir öneme sahip değil mi? Tabii, şu da sorulabilir; peygamberî hasletler genel yaşantımız içinde ne kadar yer tutuyor ki, şair de bu umumî gidişâttan nasipdar olmuş olsun? Bu yazı vesilesiyle aklıma geldi, Ümraniye Belediyesi'nin, artık geleneksel hâle gelen şiir yarışmasının geçen yılki konu başlığı naattı. Müsabakaya gönderilen binlerce ürün arasından içimizi ısıtacak, o "dürr-î yetîm"in, o insanlık anıtının sevgisini duyuracak taze güçlü bir söyleyiş çıkmadı karşımıza. Söz konusu yarışmaya ürün gönderenler hangi katmandan olursa olsun, bu durum dahi, günümüz insanının ufkunda daha çok dünyevî telaşların oynaştığını göstermez mi?

Çıkarımlarım beni yanıltmıyorsa, modern şair şu veya bu nedenle naata uzak kalmıştır. Benim arzum, bugünkü Müslüman şairin tanıyarak, bilerek, yaşantısına katarak peygamber sevgisine şiirinin burcunda yer vermesidir. İnancımızın coşkun bir verimi olarak medeniyetimizin güzel mirası naat geleneğinin yaşaması böylece mümkün olabilir.

12 yıl önce
default-profile-img