Necdet Subaşı’nın kitabı Dinî Sosyaliteler, Osmanlı dönemindeki modernleşme hareketlerinden başlayıp Türk modernleşmesine ve oradan da günümüze değin devam eden süreçte, Türkiye’de dinin, dinsel gündelik hayatın, İslâmcı düşüncenin, siyasetteki İslâmcı söylemin gelişimini, değişimini, dinî hayata, hareketlere ve kurumlara karşı yapılan müdahaleleri, müdahalelerin sonuçlarını, kürt sorununu, devletin dinle olan ilişkilerini, İmam Hatip Okullarını, bu okullara karşı gösterilen tepkileri, İslâm ve kadın araştırmalarını, Türk modernleşmesinin kadından beklentilerini, feminist söylemle “İslâmî feminizm” arasındaki benzerlik ve farklılıkları, dinler arası diyalog tartışmalarını, ufuk açıcı, sorgulayan tespit ve analizlerle ele alan makalelerden oluşuyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse eserdeki makaleler, birkaç yönden alışılmışın dışında: İlki, bugüne kadar din sosyolojisi veya İslâmcı düşünce üzerine yapılan araştırmaların çoğu, tarihsel bir tasvir veya hâlin saptanmasından öteye geçmiyor, genelde, bir ‘mazi ve hâl hikâyesi’nden ibaret kalabiliyordu. Osmanlı ve Türk modernleşmesi de genelde bir “Batılılaşma tarihi” olarak tekrarlanagelmişti. Subaşı’nın kitabındaki makalelerde, öncelikle bu tasvirî ve tahkiyeli söylemin terk edildiğini görüyoruz. Onun yerine modernleşme sürecinde, din-toplum ilişkileri, devlet-din ilişkileri, dinin gündelik hayata yansımaları; hatta siyasi bir söylem olarak İslâm’ın siyaset sahasındaki serencamı, net tespitler ve hükümlerle ve kışkırtıcı sorular eşliğinde irdelenmekte. Bunu yaparken de popüler dilden -çünkü bu tür konular ülkemizde çoklukla popüler ve egemen dille yapılır ve bu hem İslâmcı hem de seküler kesim için geçerlidir- uzak kalmaya özen gösterdiğini belirtmek gerek. Ayrıca konuya yaklaşım biçiminin de ne ‘gelenekçi’, ne ‘modernist’ olduğunu eklemeliyim. Yeni, arı-duru ve sağlam ve ‘dindar kitle’yi ‘içten’ anlamaya çalışan bir sosyoloji dilinin peşinde Subaşı. Bunu “Yeni Türkiye’nin sosyoloji dili’ olarak adlandırabiliriz. Çünkü Türkiye’de din alanında yapılan sosyolojik çalışmalar, genelde iki karşıt uçta ve ‘asabî bir dil’le yapılıyordu. Bir yanda seküler devletin, Türk modernleşmesinin otoriter, inşacı ve toplumun iç dinamiklerini görmezden gelen radikal/şematik sosyolojisi, -ki buna akademi büyük oranda destek vermişti- diğer yanda bu radikal saldırılara ‘popüler, geleneksel bir savunma psikolojisi’yle karşılık vermeye çalışan İslâmcı; hatta ‘ilâhiyatçı’ sosyoloji. Subaşı, bu iki tarafa da uymaksızın, İslâm’ın ve Müslümanların Türkiye’deki kimi önemli güncel sorunlarını –ki din sosyolojisi araştırmalarında güncel sorunlara ‘ağırbaşlı ve içten bir dille’ değinmek de kolay değildir- içeriden bir aydın olarak ve rahat bir tavırla tartışıyor…
“Umumi Vaziyet”in çizildiği ilk bölümde üç makale yer almakta. Bunlardan ilkinde “Osmanlıdan başlayıp günümüze değin gelen modernleşme sürecinde, ağırlıklı olarak din-devlet ilişkilerinin izi sürülüyor. Osmanlı modernleşmesinde dinin ve İttihad-ı İslâm politikasının, Şeyhülislamlık kurumunun henüz ağırlığını koruduğuna, buna karşılık Cumhuriyet’ten sonra dinin bir ‘karşı güç’ olarak algılandığına, yeni rejimin, kurucu seçkinlerce, “dinden ve dinî olandan bağımsız bir ideoloji…” üzerine inşâ edildiğine işaret ediliyor. Ancak, bu süreçte devlet, dinî alandan elini çekmek söyle dursun, “Şeriyye ve Evkâf Vekâleti’nin” yerine “Diyanet İşleri Başkanlığı”nı ihdas etmiş, dinî cemaat ve grupların toplumdaki etkinliğini kırmıştır. Dindar kitlenin direnmesine rağmen, modernleşme sürecinde, gündelik dinî hayatın da değiştiğine işaret eder Subaşı; “dinî hayat[ın] modern dünyanın gereklilikleriyle önemli ölçüde buluş[tuğunu]…” saptar. Dahası, bütün bu egemen sürece rağmen, Türkiye’de “dindarlık hızla artmaktadır” ve bu durum, hayatı dinden bağımsız olarak ele almaya alışık bilimsel yaklaşımlarda “esaslı bir burukluğa” sebep olmuştur. İşte Subaşı’nın tüm makalelerinde tam da buna; yani hayatı dinden bağımsız, dinden soyutlayarak kavramaya ve analiz etmeye alışmış sosyolojik bakışa karşı, yeni ve sahih bir ‘bakış’, yeni bir dil inşâ etme çabası görülür. Bu bölümde, Konya’nın, dinî düşünce ve gündelik dinî hayat bağlamında analiz edildiği makale, farklı bir şehir tahlilidir. Çünkü Türkiye’deki alışılmış sosyolojik bakışta bu tür “din ve şehir” tahlilleri fazla değildir. Yazar, bu makalede özetle Konya’yı, dinsel/geleneksel hayatla, modern hayatın buluştuğu/kaynaştığı, kendine özgü bir gelişim/değişim süreci geçiren bir model Anadolu şehri olarak sunar. Böylece, makalenin başında sorulan Yahya Kemal’in “Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı?” sorusunun cevabını da “Konya’yı göstererek” verir. Ve kışkırtıcı, Türk sosyolojisinde pek sorulmayan soru: “Sabah namazına kalkmayı başaranlar, gündelik hayatlarıyla modernlik arasında nasıl bir denge tutturmuşlardır?” Aynı bakışla bir “İstanbul tahlili” geliyor ardından, ama Konya kadar sıkı değil. Ben bu seriye bir de “Ankara’yı” eklemesini bekliyorum Subaşı’dan. O zaman, bütünlerdi Türkiye’nin modernleşme sürecindeki şehir-din ilişkisini.