|

Ölüm ölüm hezen ölüm

Psikiyatrist Erol Göka, Ölme/Ölümün ve Geride Kalanların Psikolojisi'nde ölüm kavramını tüm yönleriyle ele alıyor. Göka, kitabında ölüm ve ölümün geride bıraktığı kaosa ilişkin son derece içtenlikli düşünceler paylaşıyor okuyucuyla

Sadık Yalsızuçanlar
00:00 - 6/11/2009 الجمعة
Güncelleme: 23:04 - 5/11/2009 الخميس
Yeni Şafak
Ölüm ölüm hezen ölüm
Ölüm ölüm hezen ölüm

Psikiyatrım ve düşünürüm Erol Göka'dan yeni bir kitap geldi : Ölme/Ölümün ve Geride Kalanların Psikolojisi. Göka, benim favori psikiyatrlarımdan ve yazarlarımdandır.

Göka'yı, öteden beri dikkatle izlerim. Yazdığı makale ve kitapları edinip okumaya çalışırım. 'Biz'e ilişkin ciddiye alınması gereken düşüncelerin takipçisidir. Bu kitabı tam benlik dedim elime alınca. Yaşamı ölüm'süz anlamlandırmak mümkün müdür? Anlığın içinde nasıl sonsuzlukla çevriliysek, diyordu Wıttgensteın, 'yaşamın içinde de ölümle çevriliyiz…' Başbağlar kabusu üzerimize çöktüğünde bir öykü yazmıştım, 'ölüm ölüm hezen ölüm' diye. Devamı var tabi : 'evden eve gezen ölüm.' (Bir atalar sözü/deyimimiz şöyle der : 'ölüm öyle karda bir devedir ki, bir gün mutlaka herkesin kapısının önüne ıhar.) Bir anlamda, 'her benlik ölümü tadacaktır'ın gündelik halk diline çevirisi.

Erol Göka, Ölme kitabında, zengin okumalarının ve dağarının içinden konuşuyor ve ölüme, ölümün geride bıraktığı kaosa ilişkin son derece içtenlikli, kışkırtıcı düşünceler serdediyor. Kitap, Yunus Emre'nin 'bir garip ölmüş diyeler' haberiyle açılıyor. Ölüm kavramı, ölüm korkusu, ölüme karşı tutumlar ve ölümü inkar biçimleri, ölümsüzlük arzusu, psikolojik ölüm, dünyasızlaşma, yas, kapanmayan kayıp yarası, hastalıklı matem, bozulmuş yas yetisi ve komplike matem, ölmeye yatmak, çocuklarda ölüm kavramı…gibi ölümün farklı boyutlardan tartışılmasına, kavranmasına imkan verecek altbaşlıklarla yürüyor ve sonsözle taçlanıyor.

İlk elden belirtmeliyim, en çok ilgimi, çocuklarda ölüm kavramı, ölümsüzlük arzusu ve gitmek mi zor kalmak mı? çekti. Rasim Özdenören'in Mor Sinekler öyküsünde çocuğun ölümü ve ölüm sonrası kaosu nasıl kavradığı nefis bir iç konuşma ile anlatılır.

Başlığı görünce o öyküyü anımsadım.

Başlığı görünce 227. sayfayı açtım: 'İki yaşından küçük bebekler henüz ölümü algılayamaz, ölümle ilgili kavramları anlayamazlar. Ölüme ilişkin yegane bilgileri, çevrelerindeki kişiler ölünce onların artık aralarında olmadığını fark etmelerinden ibarettir. (…) Demek ki insan yavrusu, psikolojik gelişimin doğal yapısı nedeniyle ölümden önce ayrılığı anlıyor, ölümle ayrılık arasındaki farkı, çok daha ileriki yaşlarda ayırt edebiliyor. Belli bir yaşa kadar ölümle ayrılık, iç dünyamızda eşit değerde kavramlar. (…)' Sanırım Mor Sinekler'deki çocuk, 'iki-altı yaş' grubuna giriyor. Erol Göka, bu bölümde şöyle diyor : 'Bazı araştırmacılar, yedi yaşın altında ölümle karşılaşan çocukların, ölüme ilişkin düşünce gelişimlerinin daha hızlı olduğunu, bu çocukların ölüm kavramı hakkında daha olgun fikirler geliştirebildiklerini ileri sürüyorlar ama bu saptama henüz ispatlanabilmiş değil…'

Erol Göka'nın bu değerli çalışmasının bazı bölümleri (özellikle ölümün algılanması ve yas/matem süreçleri ile ilgili bölümler), bana Sel Yayıncılık tarafından okura sunulan bir kitabı da hatırlattı. Kendine özgü bir 'risk sosyolojisi' geliştiren Breton'un, Sel Yayınları'ndan çıkan kitabı 'Acının Antropolojisi 'ni okurken, hep zihnimde, bedenin iklim oluşu dolaşıyordu. Breton şöyle diyor: 'Acı, bir metafiziktir, geçip gittikten sonra, insanın, daha geniş anlamlı ve yaşama zevkine davet eden bir dünyaya yerleşebilmesi için gerekli mesafeli bakışı sağlar. Dehşet ve ölüm duyguları içinde tahrip ettiğinden ve hareketsiz hale getirdiğinden, hastalığından kurtulan insanda yaşamın bedeli duygusunu kökleştiren bir anahtardır. Acı, kutsal bir vahşidir. Niçin kutsal? Çünkü insanı aşkınlık deneyimine götürürken kendisinin dışına atar ve ona varlığından habersiz olduğu birtakım zenginlikleri gösterir. Ve vahşidir, çünkü kimliğini bozarak yapar bunu. Tercih şansı bırakmaz insana. Yanma riskinin büyük olduğu bir ateş deneyimidir. Acısının kendisini ve tüm onurunu yitirmesine yol açan bir felaket olması ya da tersine başka bir boyutunu görmesini sağlayan bir şans olması, kendi elindedir insanın: Bu boyut, acı çeken ya da acı çekmiş olan ama dünyaya gözlerini açarak bakan bir insanın boyutudur. İnsan ya acının vahşetine bırakır kendini ya da bunları boyunduruk altına almaya çalışır. Bunu başarabildiği takdirde başka bir insan olarak çıkar bu deneyden, daha dolu bir yaşama doğar. Ama acı, yerleşmenin serbest olduğu bir kıta değildir...'

Göka, kaybın ardından beliren yas sürecini dört aşamaya ayırıyor : Hissizlik ya da protesto, kaybedilen kişiyi özleme ve arama, ruhsal dağınıklık/ümitsizlik ve toparlanma… Bu, tabi Breton'dan farklı tonlar da içeren bir yaklaşım. Oldukça nesnel yaklaşmasına rağmen, ölüme ilişkin algılarımızı da kuşatan bu 'iklim'e özgülük kokuyor. İyi ki de kokuyor, zira yaşamı anlamlandırmanın bir yolu olarak ölüm algısı, sadece 'ölüm yokluktur' veya 'şeb-i arustur' şeklinde çoğu kişi için birer ezber olan klişelerle çözümlenebilir bir durum değil.

Göka'nın kitabını okurken yedeğimde dolaşan bir başka mesele, ölümün anlatılamazlığı idi. Zira anlatılan, 'ötekinin ölümü'dür. İnci Aral'ın Ruhumu Öpmeyi Unuttun'una ilişkin bir yazımda da bunu belirtmiştim (ki başlığı ölüm öyküleri idi) : “'Ruhumu Öpmeyi Unuttun'u okurken zihnimde hep Wıttgenstein'ın 'ölüm yaşanılmaz' belirlemesi dolaşıp durdu.

Başkasının ölümü zaten bizim açımızdan sadece 'seyredilen' bir şeydir. Başkası ölmüştür, biz değil. Biz ölümü yaşamayız, ölürüz. Heidegger, 'sadece insan ölür, diğerleri telef olur' der. Ölümlü olan insandır. Ölümlü olan, arzda yaşayan ve gökle çevrili olan. İnsan ölümü, ölümle, ölüm içinde ölür, biçiminde bir belirlemesi daha var Heidegger'in. Bu da bize ölüme ilişkin söyleyeceğimiz her sözün bir spekülasyon olmaktan kurtulamayacağını söyler. Peki başkasının ölümü karşısında insan neler hisseder ve bunu anlatmak mümkün değil midir, bu nasıl anlatılır? Daha doğrusu bunu anlatmak ne anlama gelir? Ölüm başkasınındır. O halde anlatanın öyküsü değildir bu. Peki insan başkasının öyküsünü anlatamaz mı? Anlatır ama bu, kendisi anlatıyor olsa da 'başkasının menkıbesi' olmaktan öteye gidemez. Hatta ölüme ilişkin 'yüksek' bir düşünce içeriyor olsa da, sonuçta o başkasının öyküsüdür. Öykü başkasının olunca, anlatılan, anlatanın dışında, başka bir yerde ve zamanda 'bulunan', 'olan' bir hikayeye dönüşür. Bu, özellikle ölüm söz konusu olduğunda böyledir.”

Erol Göka'nın kitabının 'Ölüme Karşı Tutumlar Ve Ölümü İnkar Biçimleri' başlıklı bölümüne bu yüzden ayrı bir ilgi gerekiyor. Göka, ölüme karşı tutumlarımızı, 'ölümü kabullenmek, ölümü inkar etmek ve ölümü istemek' şeklinde üç başlık altında topluyor. Tabi, içinde yaşadığımız toplumsal kültürün kodlarının bu tutumlarda hayli etkileyici olduğunu belirtiyor. Varoluşsal bunaltıların kökeninde bulunan ölüm endişesini besleyen psişik ve toplumsal süreçleri de göz önüne alarak sorunu tartışıyor. 'Rıza ve olgunlaşma' bahsi ayrıca kayda değer. Modernlerin ölüm karşısındaki tutumlarını bu bölümde farklı boyutlarıyla ele alıyor.Canetti gibi ölüme ve ölüm bilincine karşı savaş açan sanatçıların tutumunu irdeliyor…

Bu kısacık yazıda Göka'nın son derece değerli/kapsamlı kitabını anmak bile güç. Size hararetle önermekten başka yapacak bir şeyim yok. Sadece şunu eklemek isterim. Ölüm, ifadenin donması aynı zamanda. Yani dilin bitmesi. Yani bir anlamda dilin bittiği yer(d)e(n) (ilişkin) konuşuyor Erol Göka. Bu da olgunun doğasındaki paradoksu ve yatışmazlığı ima ediyor.

٪d سنوات قبل