|

Tutunuyoruz şu hayata tutunmasına da...

Okurken Türkçe'nin tadını çıkarmak, çıkarabilmek insanın kalbini ferahlatıyor. Geniş geniş bir dünyada yaşamaktan farksız bir dil tadı yaşanıyor Soluk Bir An'da. Ve bir o kadar da, yaşadığımız boğucu hayatı okşayan bir şefkat kalıyor geriye

Nalan Barbarosoğlu
00:00 - 11/04/2012 Çarşamba
Güncelleme: 21:31 - 10/04/2012 Salı
Yeni Şafak
Tutunuyoruz şu hayata tutunmasına da...
Tutunuyoruz şu hayata tutunmasına da...

Edebiyatımıza kendi sesiyle, biçemiyle taptaze bir nefes veren Behçet Çelik'in yeni romanı Soluk Bir An, her şeyden önce çok farklı bir roman kişisi armağan ediyor hayata... Taner. Denizin Çağırışı'ndaki yersiz – yurtsuz – işsiz kalmış, adını bile öğrenemediğimiz gencin, Mümtaz'ın, C.'nin, Turgut Özben'in, Selim Işık'ın, Hikmet Benol'un soyundan geliyor Taner. Kavgası kendisiyle olanlardan; kavgaya kendinden başlayanlardan. Ortada batırılacak bir çuvaldız varsa, önce kendine batıranlardan. Tanpınar'ın deyişiyle "kendisini yapmak"la uğraşanlardan. Yemek masasında ekmeğe uzansa, uzanışına bakıp tüm bir hayatı o uzanışta yeniden yeniden kurabilenlerden. Kafasının içi, yangın yeri o yüzden... Gözüne dünya kaçmış batıyor... Buna aldırmaksızın, içiyle dışı arasında inatla gidip gelen gözleri, ne kadar kendi olabildiğine bakıyor... Başkalarının kendilerini nasıl yaşadığına... Hayatta kendi olamayanın ne kadar toplumsal bir özne olup olamayacağına da.

Taner'in aynı edebi genleri taşıdığı akrabalarından farkı ise yeni binyılın neredeyse örnek diyebileceğimiz, dışardan gıptayla bakılan, evi, yıl yıl yükseldiği işi, otomobili, karısı ve çocuğuyla mutlu ve başarılı bir portre fotoğrafı vermesi. Görüntüde hayata "tutunamayanlar"dan değil de, aksine, hatta fazlasıyla tutunmuş biri olması. Ama Taner'in bu tutunmuşluğu, içindeki fırtınayı ve "kendinin farkında bir insan olma"nın trajedesini büyütüp diğer edebi soydaşlarının yanına koyuyor ve bizi kadınlar – erkekler olarak nerede durduğumuza, durduğumuz yeri nasıl doldurduğumuza ve yaşadığımıza da baktırıyor.

Nesnesi varla yok arasında bir aşk!

Soluk Bir An, bir aşk romanı aynı zamanda... Taner'in durup dururken, - her aşk gibi öylesine bir anda – âşık olmasıyla başlıyor. Bu aşk, kalbin uçsuz bucaksız ıssızlığında, o büyük mü büyük boşluğunda, adeta yoklukta yeşerip filiz veriyor... Öncesiz ve sonrasız bir mekânda, Taner'in bilincinde örülüyor katman katman... Katmanların arasını ise hayat dolduruyor. Şu yaşadığımız hayat... Metropol hayatı... Birkaç yılda semtlerin yüzünü değiştiren, şehri bir uydukente dönüştüren, rant uğruna dokusunu silip sürmekten çekinmeyen ve insanı bahçesiz, mümkünse balkonsuz evlere istifleyen büyük kentlerde sürdürdüğümüz bol gürültülü, fazla kalabalık, meydanların bile klostrofobiyi ilmek ilmek ördüğü hayat işte... Bizim hayatımız.

Aşk, hayatta bir değişim umudu taşıyarak gün günden çoğalarak, incecik, sıcacık, renkleri parlatarak, sesleri keskinleştirerek giriyor hayatına Taner'in. Bir değişim umuduyla, bir yenilenme çağrısıyla birlikte. Buraya kadar her şey çok güzel... Fakat Taner'in hayatında bu aşkı anlatarak da olsa paylaşacağı kimse yok, hatta âşık olduğu kadına duygularını ifade edebilecek koşullardan da yoksun. Nerdeyse nesnesiz bir aşk yaşıyor Taner... Ne kadar romanda doğal bir akışı olsa da, aşkın kâdim içeriğine aykırı bu aşk, Taner'in aydınlanma anı diğer yandan. Taner'i kendisiyle acımasızca yüzleşmeye iten, sorularını tetikleyen: Hayatlarımız ne kadar samimi? Herkesin birbirine bakarak kendine ayar verdiği bir hayatta, anne – babaların çocuklara başöğretmen edasıyla yaklaştığı bir hayatta, gençlerini yerli yersiz ve anlamsız karakollara çeken, buralarda yok edebilen bir sistemi olan hayatta, "herkesin birbirine yalan söylemek zorunda olduğu bir düzeni" olan hayatta aşka gerçekten yer var mı? İçten geldiği gibi gürül gürül yaşanabilir mi bir aşk?..

Hayatımızın öznesi kim?

Herkesin hemen hemen birbirine benzediği / benzetildiği, başarılı ve mutlu olmanın, olmazsa – olmaz bir şart olduğu, doğum – okul – iş – evlilik – çocuk – emeklilik – ölüm düzeneğinin dışında kalanların bir türlü sindirilemediği ve her türlü kültürel birikime rağmen hoş bakılmadığı, nizamî olmayanların çok kolay dışlandığı bir hayatın ne kadar öznesi olunur? Benim hayatımın öznesi gerçekten ben miyim? Öğrendiğim ya da bana öğretilmiş bir hayatı yaşıyorum yaşamasına da, bu hayat bünyeme ne kadar uygun? Ya da bu hayatı bünyem kaldırıyor mu? Yaşayan gerçekten ben miyim? Bu ben, bir rol kişisi olmasın sakın?.. Yazarını tanımadığımız ama belki de çaresizce benimseyip içselleştirdiğimiz bir oyunda rolümüzü oynuyoruz. Hem de ne kadar çok "aferin" alırsak, kendimizi o kadar da "iyi" hissederek yaşayıp / oynayıp gidiyoruz işte... Taner'in kafasının içinde "Yeni bir söz dizimi lazım Cüneyt bana. Sıkıldım öznenin her zamanki yerinden, gizlenmesinden, saklanmasından" diye mırıldandığı oyunbozan bir cümle var Soluk Bir An'da... Sanki, romanın nabzı Taner'in kendi kendine yakındığı bu cümlede toplanıyor. Dilin de içine sıkışmış, kendini ifade edecek sözcükleri bulup binbir zahmetle cümlesini kursa bile özneyi yitirdiğinden kime sesleneceğini bilemeyen fotoğrafıyla Taner... İstediği insanı olamadığını açık – seçikliğiyle fark eden bilincinin, kaskatı kasılmış bedeninin, sınırları ve esnekliği yıllar yıllar öncesinden çizilmiş ruhunun içinden çıkıp yeni bir varoluş ümidi taşıyan aşkı bile yaşayamayan Taner.

Ahhh, "ben" var ya "ben"...

Yaşarken hayatının öznesi olamayan Taner, bilinç düzeyinde bu olamayış halinin içinden, ironisini de cebinde taşıyan bir dille kendini ortaya koyma cesareti göstererek buluşuyor bizim hayatlarımızla... Belki ondan çok daha mutlu ve başarılı, belki de mutsuz ve başarısız hayatlarımıza dokunan Taner, her neye tutunuyorsak, her neye tutunmamıza izin veriliyorsa bizi oraya bakmaya kışkırtıyor kendiliğinden. Ve bu taviz kabul etmeyen (: dünya hallerini bünyesinde sindiremeyen) acımasız bakış, önce bir silkeliyor, sonra da düştüğün yerden sen sorumlusun diyor, kendine bakarak. Sanki mutlu – mesut inşa ettiğimizi sandığımız benlerimizin aslında hayatın içinde bir kukladan farksız olup olmadığımızı soruyor bize. Bu sorunun yanıtıyla başetmek ise içinde oyalandığımız etikle ne kadar barışık olup olmadığımıza göre değişir elbette.

Sonuç olarak...

Öğrenmekle bilmek, bilmekle duyumsamak, duyumsamakla sezmek arasındaki o geçişli perdeleri yoklamak adına da çok güzel bir deneyim Soluk Bir An'ı okumak... Okurken Türkçe'nin tadını çıkarmak, çıkarabilmek insanın kalbini ferahlatıyor. Geniş geniş bir dünyada yaşamaktan farksız bir dil tadı yaşanıyor Soluk Bir An'da. Ve bir o kadar da, yaşadığımız boğucu hayatı okşayan bir şefkat kalıyor geriye.

"Bat dünya bat" diyen Turgut Özben'in kâdim acısını paylaşan Taner, fark etmese de, içinde kaskatı duran şefkatiyle, hayır, hayır batmasın, bedeli neyse ben öderim diye fısıldıyor sanki kulağımıza... (Kulaklarımızsa evvel zamanlarda Taner'in öğretmen babasının parmak uçlarındaki baskıyla kızarmış ve zonkluyor... Başkalarının değil fısıltılarını, seslerini bile duymakta zorlanıyoruz.)

Taner'in fısıltısı, Behçet Çelik'in duruluğuyla zenginleştirdiği dil ve biçemiyle çığlık olup karışıyor edebiyatımıza ve sürdürdüğümüz hayata.

12 yıl önce
default-profile-img