Geçen yüzyılın romancısı okuyucusunun bir sinema seyircisi olduğunu bir an bile hatırından çıkarmamalıdır demişti Atilla İlhan. Perihan Mağden de son romanı, "Biz Kimden Kaçıyoruz Anne?" yi, her paragrafı bir film sahnesi tadında ve kısalığında tam bir sinema tekniğiyle kurgulamış. Gerçi Mağden bunu bilinçli olarak yapmamış, tamamen içgüsel bir yöntemle.
Roman, aşırı korumacı bir anne ile çok güzel olan küçük kızı arasındaki bağımlılığı, giderek küçük kızın bağımsızlığını yitiriş öyküsünü anlatıyor.
Anne, kızını, pamuklara sarmasa da, ona yanaşan tüm kötü insanları öldürüyor ve kızını da alarak yeni bir şehrin otel odasına kaçıyor.
O bir şamananne, tüm hastalıkları içine alabilecek güçte... Ona "hastalıklı" diyenleri ne ben, ne de Mağden anlayabildi. Çünkü romandaki katil anne, sadece, gerçek annelik hisselerinin abartılı bir üslupla dillendirilmiş hali.
Perihan Mağden, kitabının son röportajını bana verdi. Aynı soruları tekrar etmek yerine gözden kaçan, kıyıda kalan ne varsa onları konuştuk. Perihan Magden'le röportaj yapan herkes gibi, gittim gördüm meğer Mağden ne şeker bir hatunmuş demeye gerek yok, bunu öğrendi zaten çümle alem. Ama şunu açıklığa kavuşturabilirim ki, Mağden, Tuna Kiremitçi'nin dediği gibi vampir bir kadın değil, gözlerimle gördüm, limonata içti.
Şamanannenin şifacı özelliği var. Bir de evet dediğin gibi, el veriyor kızına. Kitabın sonunda da görüyoruz ki kızı güçlü artık ve annesinin yolunda gidecek.
İlk başta kendini özgür hissediyorsun tabi. Çünkü annenden kurtulmuş oluyorsun. Ama bir yandan kendimi çok yalnız hissettim. Çünkü bütün hayatım boyunca sadece anneme hesap vermek üzere kurulmuştum ve bunu kaybetmek çok incitici bir şey. Babam ve annem ben çok küçükken ayrıldığı için babamla hiç görüşmüyordum. Ebeveynle gerçek bir ilişki, ancak küçükken tesis edilir. Bunun daha sonra telafisi olmuyor.
Bir kere ölünün arkasından kötü konuşulmaz mantığıyla giderseniz tarih yazamazsınız. Ben, sözlerimi geri alamam / yazdığımı yeniden yazamam / bir daha geri dönemem... ( Şarkı sözlerini melodisiyle söylüyor) Beni ne şaşırtıyor biliyor musun, habire bir şeyler yapıp sürekli insanlardan özür dilemeleri. Ben öyle özür dileme ruhuyla yaşamıyorum. Yazdıklarımdan pişmanlık da duymuyorum, çok özür diliyorum yani! Ben, insanları yakınen tanıyıp yazmıyorum zaten. Bana televizyonlardan gazetelerden ne yansıtıyorlarsa onları yazıyorum. Üstümüze üstümüze salınan bir imaj var, ben o imaj üstünden yazıyorum. Yoksa ben komşunun çocuğu eriğimi yedi diye kişisel çıkarım için yazmıyorum.
Yorucu olabilir tabi. Olmaması için tedbirim var. Mesela pazar günü gazete okumuyorum. Günde iki ya da üç gazete okuyorum. Ayrıca sadece haberleri seyrediyorum. Bazı haber bültenleri beni rahatsız ettiği için izlemiyorum. Mesela Atv' yi izlemiyorum artık. Çünkü bıktım. Takmışlar; bebek ve kansere karşı savaş ya da selülitten kurtulmanın yolları. Okuduğum kitaplar, seyrettiğim filmlerin, görüştüğüm insanların bunlarla alakası yok. Yoksa çok haklısın, kafayı üşütebilirim.
Nerden düşünüyorlar bilmiyorum. (Gülüyoruz)
Ama ben onları sosyolojik olarak eleştiriyorum. Onlar psikolojik olarak rahatsız oluyorlarsa burada bir dengesizlik var. Çünkü psikolojik olarak rahatsız olduklarında unutmuyor ve kin tutuyorlar, kırılıyorlar. Oysa ben, yazılarım bittiğinde hepsini unutuyorum. Bir de benim arkadaşımın güzel bir sözü vardır; "yapan unutur."
Ben kutsal bir kitaba da bağlı değilim. Allahsız değilim, ama bir dinim yok.
Bilmiyorum, artık sadece çok vicdanlı olmak zorunda olduğumu biliyorum.(Gülüyoruz) Ama romanda en önemli şey, annenin, "Bizim kitabımız başkalarından daha eksik ya da daha fazla değil. Kimsenin kitabını hor görmeyiz" demesi .Ben açıkçası İncil ve Kur'an'ı okudum Türkçe tercümeden. Bana İncil o kadar basit geldi ki sürekli iki balık ve bir dilim ekmek, çok balık ve çok ekmek oluyor ve herkesin karnı doyuyor. Ay bu mudur olay gibi oldum. Sonra işte bir Hıristiyan arkadaşım, "O kadar sığ bakmışsın ki" dedi bana. Yani bakışına göre bir din kitabı sığ gelebilir ya da bir masal kitabı derin gelebilir. Kur'an'ı da hiper realist buldum. Nur Suresi'ndeki iyi eş olmaya yönelik tasvirler beni hakikaten perişan etti. Biraz fazla kanun kitabı gibi geldi bana.
Eh işte ben eğilimli değildim o yüzden Allah açmadı. (Gülüyoruz)
Yazarken araştırma yapmıyorum. Mitoloji okumuyorum. Çünkü bu, kitap bittikten sonra akademisyenlerin yapacağı bir iş. Bir takım yazarlara kitap mühendisleri diyorum. Ben, kitaplarımı mühendis gibi yazmıyorum. Onların yazdıkları kitapları okumuyorum. Araştırmacı gazetecilik yapıp, sonra oturup yazıyorlar. Bu, beni edebiyattan soğutan bir şey. Mesela Bambi'yi bile başından sonuna kadar okumadım. Kitabı yazarken kendi çocukluk kitabımı alıntı yapmak için açıp, en fazla üç yer açıp aradığım şeyi buluyordum. Hani insanlar kitap açıp fal bakar ya, öyle daha psişik bir kitap oluyor.
Evet, hiçbir şekilde okuyamıyorum onları.
Kim onları bir araya getirdiyse, tekrar fişe takmaya karar verdiğinde olur böyle bir şey. Bence şu sıralarda onların fişi çekildi. En son, malûlen emekli astsubay Oktay Yıldırım'ı gördüm televizyonda, Mesela, onun mahkemesinde 7-8 tane Kemalist kadın gelmiş, çılgınca "vatan için her şey" filan diye bağırıyorlardı. Şimdi düşük profilde savaş yürütülüyorlar.
Zamansız ölüm kötülere musallat oluyor gibi bir şey söylemiştim. İyileri nereye götürdüğünü bilmiyorum. Bedenimizin ötesinde ruhumuz olduğuna göre ruh da bir yere gidiyordur herhalde. Açıkçası bunları düşünmüyorum, düşünmeye başlasam hayatımı buna vakfetmem gerekli. Bende henüz hayatımı buna vakfetmeyi düşünmediğime göre. Bu dipsiz bir kuyu bence. Bunun dehlizlerine girip ya kaybolup gideceksin ya da hiç girmeyeceksin.
Olabilir tabi, o zaman kara deliklerde dipsiz değildir.(Hawking'in yeni teorisine göre kara delikler dipsiz değil zaten)
Ben artık onlara sinirlenmeye başladım. Her şeyi fazla ti'ye alıyorlar. Şaka şaka nereye kadar. Bir yandan da çok ciddi bir şey bu. Ben de dalga geçen yazılar yazdım ama nereye kadar? Mizah, evet bir korunma mekanizması, ama sürekli mizaha vurursan yalama bir bakışla bakmış oluyorsun, ağırlığını azaltmış oluyorsun. Cem Yılmaz da ondan sinirime gidiyor, böyle bir ülkede sadece kakara kikiri. Amerika'da stand upçıların çoğu politik espiri de yapar ve Bush'un ağzına s…lar. Çünkü bu konular bir yanda da çok ciddi... Mesela ÖSS'ye türbanlı bir kızın alınmaması beni çok incitiyor. Asker beni beni çok korkutuyor ama başkaları neden benim gibi değil bilmiyorum... Benim derim ithal galiba ben Japonya'dan geldim.
Kız çocukları zaten bir arzu nesnesi, güzel olunca daha fazla dikkat çekiyorlar. Bir de Türk toplumundaki herkesin sarı saç, mavi gözle kafayı üşütmüş olduğunu düşünüyorum. Güzel bir insan görünce gözleri dönüyor. Temiz bir ruhu, sadece güzelliğe indirgiyorlar. Bunda mütecavizlik ve kötülük görüyorum. Mesela küçük güzel bir kız gördüklerinde, "Ay bunu manken yapalım" derler. Bu ne demek, kamu dolaşımına açalım, bikinisiyle dolaşsın. En son haberlerde seyrettim, güzellik yarışmasından sonra anneler kızlarının yanına koşuyor ve, "Ay çok sevindim" diye ağlıyorlar. Benim tüylerim diken diken oldu. Benim kızım öyle bir mayoyla insanların karşısına çıkamaz Ben de iftiharla sahneye çıkıp "Kazandı kazandı" diye onu kucaklayamam. Teşhircilik teşvik ediliyor.