|

İşçinin hakkını araması cihadın bir parçasıdır

Tasavvuf yolculuğunu anlattığı Su Üstüne Yazı Yazmak kitabı Türkiye'de büyük ilgi gören ABD'li Psikolog-Yazar Muhyiddin Şekûr, ikinci kitabı Gölgeler Koridoru'yla bıraktığı yerden devam ediyor. Şekûr, hakikatin nasıl savunulacağına dair ipuçlarını paylaştığı ikinci kitabında siyahi bir işçinin sadece derisinin rengi nedeniyle hakettiğinin yarısı kadar maaş kalması karşısında verdiği verdiği mücadelenin cihad olduğunu aktarıyor.

Recep Yeter
00:00 - 29/04/2012 Pazar
Güncelleme: 21:04 - 28/04/2012 Cumartesi
Yeni Şafak
İşçinin hakkını araması cihadın bir parçasıdır
İşçinin hakkını araması cihadın bir parçasıdır

Muhyiddin Şekûr'u Su Üstüne Yazı Yazmak kitabıyla tanıdı Türkiye. Ben de öyle. Şekûr'un yeni kitabını gazetede bir arkadaşımın masasında görünce hem kitap hem Şekûr bir kez daha ilgimi çekti. Fırsat olsa da muhabbet edebilsek diye düşünürken bir vesile ile röportaj imkanı oluştu. Bugünlerde Fatih Üniversitesi'nde misafir hoca olarak ders veren Şekûr ile Cağaloğlu'nda yeni kitabı Gölgeler Koridoru'nun çıktığı Timaş Yayınları'nda buluştuk. Röportaj sırasında aramıza dil duvarı girse de psikiyatrist olan bir Türk hanımefendi asistanının da yardımıyla muhabbet için başka kapılar aralandı ve yaklaşık iki saate yakın konuştuk. Öncelikle şunu söylemeliyimki gazetecilik hayatım boyunca yüzlerce röportaj yazdım söyleşi yaptım. İlk kez, sorduğum sorulara cevap verirken cevabın kıvamını bulmasını bekleyen bir insanla karşılaştım. Hemen her sorumu uzun uzun düşündükten sonra cevapladı. Siyahi derisine çok yakışan bembeyaz sakallarını tamamlayan ve içinde bir kaç kilometre yol alınabilir hissi veren bakışlarını uzaklara dikerek cevapları aradı, bulduklarını paylaştı. Ben de sizinle...

YOLCULUK KİTABI

Türkiye'de tasavvufla ilgili onlarca kitap yayınlandı. Sufilerin yolculuklarını anlatan yüzlerce hikaye okuduk. Ancak ülkemizde Şekûr'e özel bir ilgi var. Bana göre, alışageldiğimiz hidayet öykülerinden farklı olarak bu toprakların aşina olduğu bir dille hikayesini paylaşan Muhyiddin Şekûr, samimi yazım dili sayesinde okurlarıyla arasında saygın bir sevgi bağı kuruyor. Su Üstüne Yazı Yazmak isimli ilk kitabında bir dervişin, hakikat ve tarikatin bahçe kapısının dışından başlayan ve postun yanı başında biten yolculuğu anlatılıyor. Kitabın, aşina olduğumuz, Allah dostlarına ilişkin menkıbelerin aktarıldığı eserleri andırmasının yanı sıra zihnimizi çok da yormayacak bir tefekküre davet etmesi sebebiyle sevildiğine inanıyorum. Gölgeler Koridoru ise Şekûr'un ifadesiyle ilk kitabın bittiği yerden başlıyor. Yine bir yolculuğa tanık oluyoruz. Ancak bu kez, yolcunun geride kalan yola ilişkin anılarından çok, önünde uzayan meşakkatli bir yolu aşmak için, yol boyunca biriktirdiği azıklarına şahitlik ediyoruz.

EŞİNE ALİYE İSMİNİ KOYDU

Röportaj sırasında Şekûr'un eşi Aliye Hanım da bize eşlik etti. 34 yıldır evli olan çift, Müslüman olduktan sonra tasavvufla da birlikte tanışmış ve aynı mürşide bağlanmışlar. Hatta eşine Aliye ismini de Muhyiddin Şekûr koymuş. Aliye Hanım'a Şekûr'un kitaplarından bildiğimiz yolculuğu sırasında kendisinin bulunduğu yeri soruyoruz. Benzer bir yolculuktan kendisinin de geçtiğini anlatıyor. Aliye Hanım, Şekûr ile 40 yıldır devam eden birlikteliklerine ilişkin şu görüşleri paylaşıyor: "Beni daima cezbeden şey onun manevi hayatıydı. İlişkimizin bugüne kadar muhabbetle gelmesinin arkasında bu manevi yaşantı olduğunu söyleyebilirim. Benim bu yolculuktan çıkardığım en önemli ders, eşime dünyevi anlamda bağlı olmamayı öğrenmemdir."

ATALARI MÜSLÜMANDI

Şekûr, ABD doğumlu bir Afro Amerikan. Kendi ifadesiyle 24 yaşında 'yeniden' Müslüman olmuş. Yeniden Müslüman olmasının sebebi, aslında atalarının neredeyse tamamının köle olarak Amerika'ya getirilmeden önce zaten Müslüman olması. Bugün 65 yaşında olan Şekûr'un İslamla tanışmasının üzerinden 40 yıldan fazla bir zaman geçmiş. Şekûr, tasavvufla, şehadet getirdikten 10 yıl sonra tanışmış. Kent Üniversitesinde Psikoloji eğiitimi alan Muhyiddin Şekûr, uzun bir süre SUNY Brockport College'de öğretim üyeliği yaptıktan sonra 2006 yılında emekli olmuş. Bugünlerde Türkiye'de olsa da halen New York'a 500 kilometre uzaklıkta bir tekkede hizmetine devam ediyor. Söyleşimizden Şekûr'un dünyasına ilişkin çok daha fazla ipucu bulacağınıza ve o dünyanın kapısından bakabileceğinize inanıyorum. Buyrun...

İlk kitabınız Türkiye'de çok sevildi. Gençler sizi 'size yol gösterici bir yazar' olarak tanımladı. Nasıl karşılıyorsunuz bu ilgiyi?

Su Üstüne Yazı Yazmak kitabını yazarken amacım hayatımın o döneminde olup biten anlamlı bulduğum anlara ilişkin gözlemlerimi paylaşmaktı. Yazmaya başlarken sonucunda ne olacağını kestirerek hareket etmedim. Öğretmenlik gibi bir iddiam yoktu. Başkaları benim yaşadıklarımdan ders çıkarsın diye düşünmedim hiç bir zaman. Ancak yaşadıklarımın başkalarına bir örnek oluşturmasından da mutlu olurum. Deneyimlerimi okuyanlar kendi hayatlarına ilişkin ipuçları bulabilirler. Okurlarımın nelerin mümkün olduğunu görmelerini isterim.

Kitaplar öğretmez mi?

Kitapların amacı hocalık yapmak değildir. Ama sonrasında okuduklarınıza dönüp baktığınızda bir dönüşüme vesile olduğunu farkedersiniz. Kitabın öğretici olduğunu sadece o zaman görürsünüz.

Nedir sizce eserlerinizi bu kadar sevdiren?

Bende hâlâ bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyorum.

İnsanın yaratıcıya olan yolculuğunu, çiceğin ışığa doğru yolculuğuna benzetiyorsunuz. Ancak bu yolculuk bazen gölgeler nedeniyle kesintiye uğruyor. Su Üstüne Yazı Yazmak'ta çiçeğin ışığı arama yolculuğunu anlatmıştınız, Gölgeler Koridoru hangi ışığa doğru yol aldığını bilen çiceğin ışıkla arasına giren gölgelerle savaşını konu ediniyor. Bu tesbitime katılıyor musunuz?

Doğru fakat çiçek örneğinde ondan daha fazla dersler de var. İnsanın sevdiği şeylere ne kadar özen gösterdiği-göstermesi gerektiği, insanın sevdiği şeyler için yapabildiği fedakârlıklarla ilgili bir ders de çıkarabiliriz. Veya bizim bağlılıklarımız, dünyaya bağımlılığmız üzerine bir şey söyleyebilir çiçek. Çünkü çiçeğin hilkatinde ışığa yürüyüş vardır. Ama çiçeğin bu tabiii yolculuğunu engelleyen, çiceği tutan engeller var. Bunlar bizim nefsimizin dünyaya olan bağlılığıdır diyebiliriz. Çiçeğin gitmesi gerekiyor. Ancak biz dünyaya bağlılıklarımızla çiçeğin ayağına pranga vuruyoruz. Bu bağlılıklarımızla mücadele etmemiz gerekiyor.

Kitapta dünyayı bir yaprak yığınına benzetiyorsunuz. Oldukça çarpıcıydı.

Geçen hafta sonu kelebek koleksiyonu olan bir kişiyle tanıştım. O kadar güzel şeyler öğrendim ki, dünyanın en güzel kelebeklerinin bile ömrü sadece yedi günmüş mesela. Biz dünyaya bağlılıklarımızla bir yaprak yığınından ibaret olan dünyayı Everest haline getiriyor, sonra da onunla kavgaya tutuşuyoruz. Halbu ki iman bize o yaprak yığınını bir çırpıda savurma imkanı veriyor.

Gölgeler Koridoru'nda satırlar arasına gizlenmiş bir hüzün daveti de var. Bir psikolog olarak insanın hüzünle mutlu olabileceğini söylüyorsunuz. Bu nasıl olacak?

Bizim için hüzünde de bir tatmin vardır. Bizim hüznümüzde bir olumsuzluk -umutsuzluk yoktur. Kıstırılmışlık hali ya da negatif bir duygu değildir. Aksine zihin berraklığı halidir. O haldeyken güzelliği de görürsünüz. Muhiddin İbn-i Arabi Hazretleri 'Bu dünyada bir istasyondan bir istasyona sürekli geçiş halindeyiz' diyor yani bu dünyada bazı dönemlerde biraz konforumuz olabilir ama bu konfor hiç bir zaman kesintisiz olmayacak. İnanmayan bir insan olsanız da bu zorluklara katlanmak zorundasınız. Bu dünyada hüzün anları ve tatminkârlık duygularını tattığınız zamanlar olacaktır.

Tasavvuf coşku kaynağıdır. Kendini keşfettikçe mutluluk yolunda önemli adımlar atarsın. Fakat bir yandan da bu keşfin sonunda çıkılan yol, dünyevi hüzündür. Hüzün Müslümanların mecbur olduğu bir şey midir?

Bu sorunuzun Hz. Peygamber'in hayatında çok örnekleri var. Bu dünyadan bir yolcu gibi geçip gitmek gerektiğini sürekli olarak bize hatırlatıyor. Bu dünyanın kalıcı bir yer olmadığını sürekli tekrarlıyor Efendimiz.

Bir psikolog olarak tasavvuf ile psikoloji biliminin kıyasını nasıl yapıyorsunuz?

Psikoloji tasavvufa nüfuz edemez. Tasavvuf, çok daha kadim, çok daha eski, çok daha bütün bir şey. Kıyas götürecek bir şey değil. İmam Gazali Hazretleri koşullu öğrenmeyle ilgili bilgileri Pavlov'dan 1000 yıl önce söylemiştir. Psikolojinin şöyle bir avantajı var. Psikolojiyle ilgilenen kişiler bir potansiyel taşır. Çünkü psikojinin alanı da kendini keşif sürecidir. Oraya bir giriş yapar. Farkındalık denilen kavram çok önemli. Ben kimim, bir insanın kendim dediği şey nedir. Psikoloji, bu sorulara cevap araması açısından çok büyük bir potansiyel taşıyor. Buna bir de samimi bir ilgi eklenirse tasavvufu anlamak bir psikolog için çok daha kolay olabilir. Ancak şunu hatırlatalım ki, psikoloji biliminin bakış açısıyla tasavvuf tanınmaz. Tasavvuf kitaplardan okuyarak öğrenilecek bir şey değil. Yaşanarak öğrenilecek bir şeydir.

TASAVVUF REÇETELERİ YAZMIYORUM
Tasavvufun ruh üzerindeki etkisi nedir? Kendi hastalarınıza tasavvufla ilgilenmeyi öneriyor musunuz?

Ben hiç bir zaman tasavvuf reçeteleri yazmadım, yazmıyorum da... Ancak kendim için yazabilirim. Hastalara bunu asla yapmıyorum. Çünkü ben telapatik süreçte kendimi iyileştirici olarak görmüyorum. İyileşme benden gelen benden kaynaklanan bir şey değil. Benim görevim, orada bulunmak, anlamaya çalışmak, derin bir empatiyle paylaşmaya çalışmak. Ben bunu yapmaya çalışıyorum. Şifa kaynağı ben değilim. İyileştirme sorumluluğu benim üzerimde değil. Allah'ın takdiri ile benim aracılığımla geliyor olabilir ama benden bir şey değil.

Siz tasavvufda bir ferahlık bulmuşsunuz. Bunu tavsiye etmeniz doğru olmaz mı?

Benim kendi değerlerimi empoze etmeye çalışmam doğru bir şey değil. Sadece insanların farkındalıklarını artırma yolunda girişimlerim olur. Kendi duygularına, kendi düşüncelerine, insanlarla olan ilişkilerine daha fazla odaklanmalarını sağlayabilirim.

Müslüman bir psikolog ya da psikiyatristin Allah inancı olmayan bir danışmandan farkı yok mudur?

Benim hastayla buluşma noktam onların bulundukları yerdir. Kendi bulunduğum yere çekmeye çalışmam. Dergaha gelirlerse tabiki o farklı. O zaman başka şeyler konuşabiliriz. Hastam için dua edebilirim ama onlara dua etmelerini söylemem. Hastalarım için namaz kılabilirim ama namaz kılmalarını söylemem. Çünkü herkesin seçme özgürlüğü var. Ne istediklerini öğrenmek bir terapistin görevidir ama istediklerini vermek terapistin görevi değildir.

BEN BU KİTAPLARI İNSANLAR DERVİŞ OLSUN DİYE YAZMADIM
Ama her Müslümanın tebliğ görevi vardır. Değil mi?

Tebliğ, sokağa çıkıp insanları davet etmek değildir. İyi bir insan, cömert bir insan olmaya çalışarak insanların ihtiyacı olan şeye kulak kabartarak onları gözlemektir. İş buradan geçiyor. Ben bu kitapları insanlar derviş olsun diye yazmadım. Benim için manalı olan deneyimleri paylaşmak istedim. Bu deneyimler bir yere dokunursa insanlara adım attırırsa bir işe yararsa benden daha şükürdar birisi de olamaz. Sokağa çıkıp 50 kişiyi imana getirme gibi bir yükümlülüğümüz yok. Ben de bu kitapları bu yükümlülükle yazmıyorum. Bu mesele ne yaptığınızdan çok nasıl olduğunuz meselesidir. Biz bir şey yapma üzerine aşırı odaklanıyoruz. İlla bir şeyler yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Halbu ki, ne yapıldığından çok, nasıl olunduğu önemlidir.

Nasıl bir 'hal'den bahsediyorsunuz?

Bizim alanımızdan örnek vermek gerekirse bazı terapistler tanı koyma, test yapma hususlarına o kadar odaklanırlarki hastayı kaçırırlar. Hastayı duymazlar, görmezler. Halbu ki hasta oradadır. Örneğin bir asansöre bindiğiniz zaman samimi bir merhaba demek birçok şeyi yapmaktan çok daha kuvvetlidir.

Kitabınızda siyahi bir işçinin mücadelesini anlatıyorsunuz. Siyahi bir işçinin patrona karşı kendi haklarını savunmasıyla Müslüman olmasının nasıl bir ilgisi var?

Hakikati müdafaa etmek bir Müslüman hasletidir. Doyuran Allah'tır. Bunu unutmamak gerekiyor. Bu da büyük bir teslimiyetle mümkün.

Şeyhiniz işçinin mücadelesi için cihaddır diyor. Cihad, Allah ile aramıza giren gölgelerle yapılan bir mücadele midir?

Cihadla ilgili yanlış bir özdeşim oldu son yıllarda. Zulümle, zalimlikle eş anlamlı gösterilmeye çalışıldı. Cihad aslında mücadele demektir. Bu çoğunlukla çok kişisel bir şeydir. İnanan bir insanın herşeyden önce uyanık olması gerekmektedir. Gözü önünde olup bitenlere karşı uyanık olmalıdır. Bir ikilem, çelişki anında doğruyu seçme mücadelesidir aslında cihad dediğimiz şey. Karar verme anlarında ortaya çıkar bu mücadele. Çünkü ancak zor anlarda öğrenir insan. Hz. Peygamber'in Bedir savaşı sonrasında küçük cihaddan çıktık büyük cihada gidiyoruz demesinden bunu anlıyoruz. Tabiki bir Müslüman'ın doğrunun, hakkın tarafında durması gerekiyor. Önümde şeyhim gibi bir rehber olduğu için ben şanslıydım. Siyahi işçinin alması gerekenin çok altında bir ücret almasına karşılık mücadale etmesi gerektiğine üstadım bizi uyandırdı ve bunun bir cihad olduğu konusunda bilinçlendirdi.

Sufilikle bu mücadele anlayışının buluşmasına pek alışık değiliz...

Şeyhim derki, "Tasavvufun bir dergahta oturup sabaha kadar tefeekkür edip zikir yapmak olduğunu zannediyorsanız, gerçek tasuvvuf bu değildir. Tasavvuf böyle olsaydı bugüne kadar sufilik diye bir şey kalmazdı. Hiç birimiz sıkıntı çıkmasını, pürüz çıkmasını istemeyiz hayatımızda. İsteriz ki bir ikilemle karşı karşı kalmayalım hayatta. Ama iş böyle değil. Peygamber Efendimiz 'Bir haksızlık gördüğünüz zaman onu elle düzeltin, bunu yapamıyorsanız dille düzeltin bunu da yapamıyorsanız kalbinizle buğz edin' diyor ki bu sonuncusu imanın en zayıf olduğu nokta.

Semboller dünyasında hiç başlamayacak olan ama aynı zamanda devam eden bir üçüncü dünya savaşının yaşandığını söylüyorsunuz.

Gölgeler Koridoru'ndan anlaşılacağı üzere bir aydınlık bir de karanlık var. Bir iyi var bir de iyi olmayan. Mesele insanın karanlıkla karşılaştığında ne yapacağı meselesidir. Hangi tarafta olacaksınız, karanlığın tarafında mı olacaksınız aydınlığın tarafında mı olacaksınız? Bu savaşta bencilliğin, aç gözlülüğün, para hırsının, konfor arayışının karşısında silahlarınız; samimiyetiniz, sabrınız, sevginiz, doğruluğunuz, emin oluşunuz olacak.

Türkiye'de olmak ve kitabınızı İngilizce versiyonundan önce Türkçe basmak sizin için neden önemli?

Türkiye'de başka bir güzellik görüyorum. İnanılmaz bir tarih var. Türkiye'nin hilafeti taşıması da çok sıradışı olmuştur. Kendini dindar olarak tanımlamayan insanlarda da çok güzel özellikler görüyorum. Adaba çok dikkat ediyorlar. Bu, kültürün bir parçası olmuş. Bu toprakların üzerinde halen sahabelerin ve Allah dostlarının nefesleri olduğunu hissedebiliyorum. Bu çok büyük bir şans. Burada yaşayan insanların bunlara dikkat etmesi gerekiyor. Çok ümit verici bir şey. Modern bir hayatta yaşıyoruz ve değerlerimizi korumaya çalışıyoruz eğer bunlar farkedilmezse gözardı edilirse büyük bir kayıp olur. Farkedilirse de çok büyük bir kazanç ve büyük bir ümit kaynağı. Allah ile bağlantılı birçok şey kültürün içerisine o kadar fazla yerleşmiş ki, dindar olmayan bir insandan da namaz kılmayan bir insanın da estağfirullah, inşallah dediğini duyuyorsunuz. Bu büyük bir şey.

İstanbul'da, bulunmaktan haz adığınız mekanlar var mı?

Hangi birini söyleyeyim ki... Birini diğerine tercih edemiyorum. Sultanahmet ile Eyüp'ü nasıl kıyaslayabilirim ki... Şahsen Şehzedabaşı Camii'nde namaz kılmaktan büyük haz alıyorum. Şeyh Yahya Efendi Camii'nde bulunmaktan, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri'nin huzurunda bulunmaktan büyük mutluluk duyuyorum. Topkapı Sarayı yakınındaki İshak Paşa Camii'ni özellikle çok seviyorum.

12 yıl önce