|

İstanbul kedilerin başkenti

Yeni Şafak ve
04:00 - 23/11/2014 Pazar
Güncelleme: 19:28 - 22/11/2014 Cumartesi
Diğer

Yeni kitabı İstanbul’da Kedi’de kedilerin tarihi diyebileceğimiz kapsamlı bir harita çıkaran Gündüz Vassaf, kedilerin başkenti İstanbul’u merkeze koyarak, tarih boyunca kedi algısından, farklı kültürlerde kedilere kadar görüp de geçtiğimiz pek çok şeye yeniden bakmamızı sağlıyor. Vassaf’la bir tür şiir-roman olarak yazdığı eseri üzerinden kedileri ve onların gözünden kapitalizmin pençesindeki modern insanı konuştuk. 


Eski Mısır’da tanrılaştırılan kedi, Antik Yunan’da düşmanlık görürken Hıristiyan Avrupa’da lanetli olarak kovalanmış… Bunca canlı türü varken kediyi bu kadar insan gündemine dâhil eden şey nedir?

Canlılara genel olarak değer vermiyoruz fakat değer vermediğimiz tüm o canlılar içinde kedilerin ayrı bir yeri var. Çünkü kediler olmasaydı tarım devrimini yapamayacaktık. Biz tesadüfle tohumları keşfettikten sonra, kıtlık olduğunda kullanabilmek için buğdayı artık stoklamaya başladık. Bu durumda ürünleri korumanın tek yolu kedilerdi. Kediler, tarım toplumuna geçmemizde vazgeçilmez bir yer teşkil eder. Kedi ava gitmek yerine evcilleşerek ve tahıla tasallut eden fareleri yakalayarak tarım devrimimizde ön ayak olmuştur. Tanrılaştırılması da bu sebeple. Ama hayvan-tanrı olarak kediye tapılmıyor bereket ve doğurganlık sebebiyle simgeleştiriliyor. 


Aslında işlevselliği açısından faydalı bir tür bizim için. Bütün kültürlerde de böyle olması gereken kedi Antik Yunan’da lanetlenmiş, Papa’ların fetvasıyla ölüme mahkûm edilmiş…

Aslında eski Yunan’da kedi lanetlenmiyor ama kadınlar sevilmediği için, onların sevdiği kedi de düşmanlık görüyor. Roma seviyor ama Hıristiyanlık gelene kadar. Pek çok bölgede kadın tanrıça ve kedi tanrıça eş tutuluyor. Hristiyanlıkta tek tanrı inancı başlayınca da kutsal kabul ettikleri Meryem’e karşın diğer tanrıçalara karşı düşmanlık doğuyor. Simgesi olan kedinin de lanetlenmesi o zaman başlıyor. Lanetleniyor ama dinler kolay kolay ortadan kaldırılamaz. O yüzden bu tanrıça inançları da yüzyıllarca sürüyor. Sonuçta Vatikan artık bununla ilgili bir fetva yayınlayıp, o simgeyi yok etmek için kedilerin görüldüğü yerde öldürülmesini emrediyor. 


KEDİLERİN ÜÇ ŞEHRİ: İSTANBUL, KAHİRE, İSKENDERİYE

İslam’ın kediye hürmet gösterdiğini biliyoruz ama biz de ‘kara kedi’ diye bir şey de var.

Kara Kedi, uğursuzluk olarak bilinir. Ne zaman bu simgenin, böyle bir anlayışın ortaya çıktığını bilmiyorum ama bana daha çok ithal gibi geliyor. Özellikle İtalyan tüccarlar eliyle getirilmiş bir şey. Üstelik Batı’da bile her zaman her yerde uğursuz değildir kedi. Aksine her geminin uğurlu bir kedisi vardır mesela. Ve o uğurlu kedi, kara kedidir. İngiliz gemilerinde vardır bu. Doğu’da özellikle reenkarnasyon olan dinlerde hayvanlara saygı gösterilir. İslam, doğuya Hıristiyanlıktan ve Yahudiler’den çok daha yakın. Güvercin beslenir mesela cami avlularında. Kutsal mı güvercin? Değil ama beslenir.


Evet, kuş evleri ile mesela mimariye de yerleştirilmiş… Şimdi bazı belediyeler kediler için kulübeler de yapıyor. Ama kediyle ilgili bir şey yok bildiğimiz kadarıyla…

Mimaride yok ama sokak kedisi diye bir şey var. İnsanlar onları besliyor. O barınakların yanında kedi mahalleleri de var. Kuzguncuk’ta gördüm. Belediyenin sokak kedileri için bu barınakları yapması, bir kedi şehri olan İstanbul’un şehir kültüründe bir yeri olmasından ötürü. Osmanlıda da kurumsallaştırılmamış ama sokak hayatında besleniyor. İstanbul, Kahire ve İskenderiye dünyada kedilerin şehri diyebileceğimiz üç şehir. Bilhassa İstanbul. Çağdaşlaşmada ‘sokaklarda hayvanın yeri yok, bu ilkelliktir’ diye bakılıyor. 


HER ŞEYE RAĞMEN SAHİP ÇIKIYORUZ

O halde çağdaşlaşma devam ettiği takdirde, kediler sokaklardan çekilecek…

Birçok yerde çekildi. İngiltere’de sokakta kedi görürseniz, kaybolmuş bir kedidir o. Almanya’da birçok eyalette kanunlaştırılmıştır, eğer bir kedi görürsen evinden uzakta, onu vurma hakkın var. Tehlikeli olabilir, hastalık taşıyabilir. Ama İstanbul, çağdaşlaşmasına rağmen kediyi ve köpeği koruyor. İstanbul’da yasal düzenleme yapıldı. Ama bunu koruyarak yaptılar. Yüksek binaların artmasına, insanların mikroptan daha fazla korkmasına ve bu kadar modernleşmeye rağmen kedilere bakım artıyor İstanbul’da.


ONLARA  BAKARAK KENDİMİZİ ELEŞTİREBİLİRİZ

Söylediğinize göre kediye bakarak kendimize ilişkin bir okuma ve bir eleştiri yapabiliriz değil mi?

Yapabiliriz ama yapmıyoruz. Yunan Felsefesi’nden bu yana, Doğu’da da aynı şey, Sokrates’in büyük lafı, ‘Kendini tanı’ safsatasından sıkıldım. 2 bin yıl geçti aradan hala tanıyamadık mı? İnsan şimdi para da veriyor kendini tanımak için. Artık başka canlılar üzerinden dünyayı tanımaya çalışalım. Tahtan indirelim insanı, haddimizi bilelim. 


Tokatlı Ebubekir Kani’nin Hirrename diye bir eseri var. Kedinin gözünden yazılmış bir mektup. 2 yıl okuma yaptınız kitabı hazırlarken. İslam saygı gösteriyor kediye tamam ama onun edebiyatımızdaki izdüşümü ile ilgili başka eserlere denk geldiniz mi?

Açıkçası denk gelmedim. Bunun gibi bir iki şey daha var, hepsi o. Ama Çin edebiyatında var. Bizde de Batı’da da pek yok.


Ritm birbirine uyuyor

Çizmeli Kedi ile edebiyata giriyor kedi. Sonra hem edebiyatın konusu hem aracı olarak epey edebiyatta yer ediniyor. Yazarla kedi arasında da bir benzerlik kuruluyor. Kediniz var, yazarsınız ve dahası kediyi yazdınız. Siz neler söylersiniz?

Batılı yazarlar kediyi kullanıyor daha çok. Poe’nin korku öykülerinde mesela doğrudan kullanılır. Doğu edebiyatlarında kedinin esrarengiz bir tarafı vardır daha çok. Bilgedir. Yazarla kedinin arasında ise özel bir ilişki var elbette. Yazar, ressam ve müzisyen… Her üçü de yalnızdır ama ressamın fırçası, boyası var hareketlidir. Müzisyen de hareketlidir, sesleri var. En hareketsizi, en sabit duranı ise yazardır. Kedi de oldukça sabit bir hayvandır. Yazarla kedinin hayat tarzları da birbirine yakındır. Ritimleri bir birine uyuyor. Dahası kedi kendisini insana uydurma konusunda çok mahirdir. Bizim de kedimiz var. 07.12 gibi uyanıyorum. Ama 07.15’i geçtiyse eğer, uyuya kalmışsam gelip beni uyandırıyor. Normalde onun günlük saatinde 07.15 diye bir şey yok. Ama kendisini uyduruyor bana. Yazmaya oturunca hemen gelip kucağıma yerleşiyor. 


İhtiyacımız olmayan şeyleri istiyoruz

Kedilerin gözünden insana ve dünyaya bakmaya çalıştınız. Ne görebildiniz?

Türümüzün bu kadar çok şeye ihtiyacı yok, çok şey tüketiyoruz. Şimdi bir yere gitmek üzere bavulumu hazırlıyorum. Yanımda da evin kedisi var. O hiçbir şey hazırlamıyor, kürkü yetiyor ona. Ben şimdi yedi gün kalacağım bavuluma yedi tane gömlek koydum. Dolabımda on beş tane gömlek var. Kedi olsam şaşarım yani. Hadi bir çift ayakkabısı var, niçin öbür çift, niçin üçüncü çift? Yani ihtiyacımız olmayan şeyleri tüketiyor ve onun esiri oluyoruz.


Önce bir tercih olan şey sonra mecburiyete dönüşüyor…

Evet, rekabete dönüşüyor. Sınıfsal ayrıma dönüşüyor. O bu pabucu giyiyor, öbürü bu pabucu giyemiyor. Sonra Nasreddin Hoca’nın ‘ye kürküm ye’ hikâyesine göre değerlendirmeye başlıyoruz. E kediye göre bu manyaklık hakikaten. Haddini bilmemek. Bu hırs, bütün ahlak öğretilerinin söylediğinin tersine bir teşvik haline dönüşüyor. Hiçbir dinde, hiçbir papaz ya da imamdan şunu duydunuz mu; ‘Bu dükkânlar nedir, bu israf, bu şaşaa nedir? Yılda bir tane gömlek al sana yeter’ bunu diyeni duydunuz mu? 


Doğrusu Sokrates’in ‘kendini tanı’ ilkesine ‘safsata’ deyişinizi sert bulduğumu söylemeliyim…

İnsanın kendini merkeze koyan o kibrini eleştiriyorum aslında orada. Bir sertlik var tabi ki. Ressam arkadaşım Altan Adalı, bir gün bana ‘en zor resim, oto portredir’ demişti. ‘Çünkü yalanını hemen yakalarsın.’ Şimdi biz hala yalanımıza inanıyoruz. Oto portremizi yapamıyoruz. Tahtan indiremiyoruz kendimizi bir türlü. Onun için başka canlılar üzerinden yerimizi tartışabiliriz diyorum.


O halde siz Sokrat’ın ilkesini sahici bir şekilde işletmediğimiz için bunu söylüyorsunuz.

Bravo. Buradan gelebiliriz. Söylediğimiz şey o aslında. 


Hz. Peygamber ve çağdaş müslümanlar

Hz. Peygamber’in, cübbesinin kenarında uyuyan kedisi Müezza’yı rahatsız etmemek için cübbesinin eteklerini kestiğini biliyoruz. Siz de kitapta bunu aktarıyorsunuz. Oradan, O Peygambere inanan insanların şehrinde bugün kedileri tekmeliyoruz falan, buraya nasıl geldik?

Çağdaşlaşma, kapitalistleşme demek bir defa. İşine yarayan şeye dönüp bakmak demek sadece… O kedi, Peygamber’in işine yarayan bir şey değildi. Onun saygı gösterdiği, rahatsız etmek istemediği bir canlı. Hiçbir çıkarı yok o kediden. Üstelik eteğine yatmasını da kabul etmiş. Yani git de diyebilirdi. Ama onu kabul etmiş, onu kabul etmenin de bir sorumluluğu var. ‘Az önce sevmek için kabul ettim, şimdi git başımdan’ denilmiyor. Buna hakkı olabilir mi insanın?


Burası da oldukça ince. İstediğimiz zaman alırız, severiz istemediğimiz zaman da göndeririz…

Bu boyutuna da pek dikkat edilmez. Öyle incelikler kalmadı. Bugün özellikle yazlıkçılar. Kediyi alıyorlar, besliyorlar, oynuyorlar sonra dönerken sokağa bırakıp gidiyorlar. Bu modern insanın hali işte. ‘Başka bir kedi alırız’ diyorlar. İnsanda bu saygı ve sevgi gibi incelikler kalmadı.


Ne kaldı Türkiye'den geriye?

Kitapta İstanbul’a ve Türkiye’ye ilişkin eleştirileriniz de var…

Kullanıyoruz hayvanları dedik ya. Aslında pek çok şeyi de… Şimdi de süs hayvanı yaptık mesela. Onun da bir sanayii vardır artık, bin tane şeyi icat edildi. Bir para kazanma sanatı haline getirildi. Nereden para kazanabilirim diyen vahşi kapitalizm, onu pazarı içerisine dâhil etti. Onun için İstanbul’da Kedi aslında bütün bunların hikâyesi. Artık ne kaldı ki Türkiye’de özelleştirme furyasından sonra? 

#kediler
#istanbul'da kedi
#gündüz vassaf
9 yıl önce