Açıkta saklanmak… Eğer mevzumuz; “hiper”, “ultra” ve dahi “mega” starlık müessesesiyse, bu mefhumu aklımızın bir yerine not edelim. Çünkü büyük kitleler tarafından bilinen, tanınan ve de en mühimi her daim kişiye suretini “dev” gösteren şöhret aynasının yansımasıyla “gerçek hayat” denen meşakkatli aleme dahil olmaktan başkaca çaresi kalmayan “ünlü” kişi, açıkta saklanmak zorundadır! Biraz daha açalım, hepimiz onları çok iyi tanıdığımız, hayatlarına ilişkin bütün detaylara vakıf olduğumuz vehmine kapılırız… Oysa ki, bize kendilerine dair anlattıkları, gösterdikleri ancak bizim bilmemizi istedikleri kadarıdır. “Popülerlik” denen alemin görünmez kurallarından biridir bu. Belki de temelidir… “Ünlü” dediğimiz ademoğlu, gösterdiğinden çok sakladıklarıyla sırrını muhafaza edeceğini çok iyi bilir…
Bu kadar lafı boşuna etmedik tabii ki… Türkiye’de sadece müzik üzerinden değil, kelimenin dolu dolu hakkını vererek ilk “pop starı” koltuğuna oturan Erol Büyükburç’un hayat hikayesinin önsözü aslında bu: Açıkta gizlenmek… Üç gün önce sonsuzluk denizine yelken açan, pop müziğin mucidi Büyükburç, anlı şanlı, kitleleri peşinden sürüklediği günleri on yıllar önce geride bırakmıştı bırakmasına ama öyle ya da böyle dönemin ruhunu koklayarak; bir şöhret hastalığı olarak tiryakisi olduğu “ilgi”yi her zaman yakaladı… Starlıktan “saksı”lığa varsa da yolun sonu “ilgi”siz kalmadı. Devir onun, “Yasemin”lerle, “Sevemem”lerle, “Manolya”larla fırtınalar estirdiği 60’ların, 70’lerin naif dünyası değildi ama, olsun! O geçtiğimiz birkaç on yılın kodlarını çözmüştü. Sesini yükseltmek yetiyordu, konuşulmak, hatırlanmak için…
Kendi tabiriyle “hayatı masal gibi yaşayan” bir anne ve Devlet Demiryolları ve MİT’te görev almış bir babanın üç numarası olarak, 1936’da Adana’da geliyor dünya sahnesine Büyükburç. Anne ud, keman çalıyor şarkı söylüyor. Abla piyano… Doktor ağabey aynı zamanda ressam. Yani aile bir renk cümbüşü.
Şimdi filmi hızlıca ileri saralım. Ama Büyükburç’un beş yüzü aşkın kayıtlı bestesinin olduğunun da altını çizelim. Müzik yazarı Naim Dilmener’e göre, Büyükburç ve döneminin pek çok müzisyenini bugün sadece “nostalji” koltuğuna “bağlayan” vukuat 80 darbesi… Dönemin ruhunun, “şöhret”lerinin, maddi-manevi tüm birikiminin alt üst olduğu dönem 80. Şunu da unutmayalım. Büyükburç kendi dönemdaşlarından bambaşka bir yerde, zirvede. İlk pop star… Büyük fenomen! Ama 80’den sonra ne ayak bastığı zemin aynı zemin, ne de seslendiği kitle aynı kitle. Devir “Bir başka sevgiliyi sevemem” değil, “Tak sepeti koluna herkes kendi yoluna” devri. Ama starlığı, konuşulmayı, kendinden bahsettirmeyi kimselere kaptırmak istemedi Büyükburç. Özel hayatını, çocuklarıyla olan münasebetini, olaylı evliliklerini hep göz önünde, kameraların meraklı bakışları önünde yaşamayı tercih etti. Yaşadığımız dönemin medyasının, hangi yeme takıldığını çok iyi çözmüştü. Kendi tabiriyle o bir “pop tasarımcısı”ydı ne de olsa… İlhan İrem gibi “gizemli” bir şöhreti seçmedi bu yüzden. Kapısı herkese açıktı. Çağrıldığı her yerde oldu… Kendi hayatını, bilinçaltının ardiyesine atan günümüz insanına; sırlarını, hayatının gel-gitlerini anlattı, açtı. İstediği kadarını tabi! Yüzde yüz kendi kurgusuyla. Kendi kendinin “retro”su ve karikatürü oldu bile isteye. En parlak renklerden “sepya”ya ayarladı ruh rengini. Yalnızlığı seçti, yalnız öldü!
Bir çizgi roman aksiyonu ve rengiyle yaşadı. Bugün belki çok iyi tanıdığımız vehmine kapıldığımız Erol Büyükburç fenomenini, hepimizden daha iyi, kendi elleriyle ürettiği, rengarenk ve “gerçeküstü” kuklaları biliyordur. Ve dilleri olsa ve sorsak kendilerine “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye, “Saksı değildi” derler belki, kim bilir!
İHTİRAS VE İNSAN: “İnsan ihtirasının sonu yoktur. Ama insanın inanç ve ideallerinin uygulamasının zamanı ve yeri vardır. Eğer bu zaman ve zemini zorlarsak çok karmaşık ve çatışık bir sürece girebiliriz…”
“Çocukken çok yaramazdım, evde bir akşam biri bana deli dedi, dedem çok büyük, ciddi bir askerdir, koca yarbay. Kalktı büyük bir sinirle, ‘Bu çocuk velidir’ diye bağırdı. Herkes sus pus oldu. Bu benim için çok önemliydi, dedemi çok sayardım. Fakat bu yüzden çok kıskanıldım. İsmini vermek istemiyorum ama biri bir gün beni öldürmek içi karyoladan aşağıya itti. Ayaklarım takıldı, az kalsın boynum kırılıyordu, bakın işte alnımdaki şu yara. Annem doktora götürmüştü. Doktor Almandı. Almanları ondan sonra çok sevdim. O benim hayatımı kurtarmıştı. Başka şekillerde de öldürülmek istendim. Yetenekli olduğum için çocukluğum öldürülmek istenerek geçti.”
“Türkiye’de şu anda bizim başlattığımız açıların eridiğini görüyorum. Ben kendi dönemimde beş yüz şarkı ürettim. Bu şarkılar o dönemin sentezini içinde barındırır. Sözel dokusuyla ezgisiyle, orkestrasyonuyla, yorumuyla, kıyafetiyle, bakışıyla, vücut diliyle. Bunları yaparken dünyadaki gelişmelerden etkilendim. Ancak gençler, evrensel müzikten etkilenmediler, onun esiri oldular. Ayrıca yazdıkları şarkı sözleri anlam yüklemekten çok kulağa hoş gelebilecek basit sözcüklerle garip bir dinleme üslubu yarattılar. Hayatı kısa, hiçbir şeye değmeyecek, boş bir zaman dilimi olarak gösteren bakış açısı geliştirdiler. Bu da sanatı rencide ediyor…”