|

28 Şubat, 2002 seçim sonuçlarıyla bitmiştir

28 Şubat'ı 12 Eylül Darbesi'nin yapısal tamamlayıcısı olarak gören araştırmacı Zeynep Şarlak, askerlerin tüm darbe planlarının başarısız olduğunu; 28 Şubat'ın da 3 Kasım 2002'de yapılan seçimde bittiğini söyledi

Murat Aksoy
00:00 - 1/03/2010 Pazartesi
Güncelleme: 22:30 - 28/02/2010 Pazar
Yeni Şafak
28 Şubat, 2002 seçim sonuçlarıyla bitmiştir
28 Şubat, 2002 seçim sonuçlarıyla bitmiştir

Türkiye bu hafta Balyoz Darbe Planı'nda adları geçenlere yönelik başlatılan hukuk sürecini tartıştı. Kuvvet komutanlarının sorgulanması, Orgenerallerin toplanması, Cumhurbaşkanı'nın Başbakan ve Genelkurmay Başkanı'nı bir araya getirmesi. Hepsi birkaç günde oldu. Bütün bunlar 28 Şubat post-modern darbesinin yıldönümü haftasında yaşandı. 28 Şubattan, Balyoz Darbe Planı soruşturmasına kadar birçok konuyu TESEV'in geçtiğimiz yıl yayımladığı Almanak Türkiye 2006-2008: Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim adlı tartışma yaratan raporunda Milli Güvenlik Kurulu bölümünü kaleme alan, bağımsız araştırmacı Zeynep Şarlak ile konuştuk. Zeynep Şarlak, lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi bölümünde, yüksek lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler ve ardından Paris Siyasi Etüdler Enstitüsü'nde Karşılaştırmalı Siyaset Bölümlerinde tamamladı.


* * *

28 Şubat post modern darbesi yıldönümü. Bitti mi 28 Şubat?

Bin yıl sürecek dediler ama bitti. 28 Şubat darbesi, Avrupa Birliği sürecine girilmesi ve 2002'de yapılan ilk seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin tek başına iktidar olarak AB sürecini benimsemesi ile bitmiştir.

Siyaseten anlamı nedir?

28 Şubat, kalıcı etkisine bakıldığında 12 Eylül Darbesi'nin eksik bırakılmış kurumsal araçlarının sisteme eklenmesidir. Yani yeni kurduğu kurumsal araçlarla 12 Eylül'ü bir adım daha ileriye götürmüştür. Bunlar nedir diye sorarsanız. Mesela “Başbakanlık Kriz Merkezi”, “EMASYA Protokolü”. Bu gibi yapılarla siyasal sistemi tamamen sarmaladı, askeri vesayeti daha güçlü biçimde kurumsallaştırdı ve Milli Güvenlik Devleti'nin noktasını koydu. Bence 28 Şubat'a dair konuşulmamış önemli bir konu da sürecin ekonomi-politiğidir. Bugüne kadar 28 Şubat'ın politiğini çok konuştuk ama ekonomi-politiğini hiç konuşmadık.

Ne demek 28 Şubat'ın ekonomi-politiği?

28 Şubat ile birlikte birileri çok zengin oldu. Bu sürecin altında müthiş bir iktisadi el değiştirme vardır ve biz bugüne kadar ne yazık ki, bunu hiç konuşamadık. Bence bu konuda da yeterince tartışma yaparsak, politik olarak biten 28 Şubat'ı, ekonomi-politik olarak da bitirmiş oluruz.

BÜYÜKANIT'IN AÇIKLAMASI İNSANİ BİR KAYGI

Peki 27 Nisan tarihinde verilen muhtıra da darbe girişimi midir?

O e-muhtıradır. Ve birkaç gün öncesine kadar muhtırayı kaleme aldığını ifade eden eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt da aynı görüşteydi. Ancak Büyükanıt geçenlerde çıktı bu muhtıra değildir dedi. Bence bu farklı bir okumayla çok olumlu bir ifade. Bu, artık dokunulabileceğine duyulan bir şüpheyi ifade eder. Tamamen insani, anlaşılabilir ve hukuk devleti adına olumlu bir tepkidir.

Balyoz Darbe Planı çerçevesinde yaşananların sorgulama ve tutuklamaların anlamı nedir?

Birincisi bu yargılama süreçleri bir illüzyon değil. Konuşmaya başladık artık. Yaşadığımız süreç ilkler açısından önemli. Bazı tabulara dokunuluyor, bazı tabular yıkılıyor. Bunlara nasıl dokunulduğu, yanlış mı, eksik mi dokunulduğu başka bir tartışma konusu ama önemli olan dokunulabiliyor olması. Ben askeri vesayetin Türkiye'de demokrasinin önünde ciddi engel olduğunu düşünenlerden biriyim. Askeri vesayeti kurumsallaştıran 1980 darbesidir. Ve bu darbenin kurumsallaştırdığı rejim, bütün yapı ve kurulları ile bir “Milli Güvenlik Devleti Rejimi”dir.

Ortaya çıkan belgeler Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelmesinden hemen sonra darbe arayışların başlandığını gösteriyor. Neden?

Bunun temel nedenlerinden birisi iktidar sahiplerinin sahip oldukları iktidar gücünü düşman olarak algıladıklarına kaptırma kaygısıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 28 Şubat darbesine maruz kalan siyasi parti ile bir tutulmasıdır. Dahası parlamentoda sahip olduğu güçtür, uzun yıllardan sonra Türkiye'de tek başına hükümet olabilmeyi başarabilen bir parti olmasıdır.

ORDUNUN BÜTÜN PLANLARI BAŞARISIZ OLMUŞTUR

Nasıl yani?

Çünkü ordu 28 Şubat'ı yapmış ve kurduğu düzenin devam edeceğini varsayıyordu. Ama kısa sürede bu sona erdi. Sadece 28 Şubat'ta değil, bütün darbe ve muhtıralardan sonra ordunun kurduğu/kurmaya çalıştığı düzen/plan başarısızlıkla sona ermiştir. 1980 Darbesi mesela, toplumsal hafızanın silinmeye çalışıldığı bir darbedir. Buna rağmen darbede başarılı olanlar ne yazık ki ilk seçimlerde istedikleri partinin kazanmasını sağlayamadılar. ANAP tek başına iktidar oldu. 28 Şubat'tan sonrasındaki ikinci seçimde, 1999'daki zorunlu üçlü koalisyonu saymazsak tabii, Adalet ve Kalkınma Partisi tek başına iktidar oldu. 27 Nisan e-muhtırasından sonra gene Adalet ve Kalkınma Partisi yüzde 47 ile yeniden iktidar. Burada şunu da ekleyeyim. Muhtıranın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin oy oranına etki ettiğini düşünenlerden de değilim. Toplumun arayışı devletin arayışından hep farklı olmuştur bu ülkede. Kısacası TSK'nın toplum mühendisliğine soyunduğu her plan başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Umarım artık TSK da bir bütün olarak bu gerçeği görmeyi başarır. TSK başta olmak üzere, demokrasiden, hukuk devleti anlayışından sapan, elindeki silahlı gücü kanunun tanıdığı sınırların dışına çıkacak şekilde kullanan her türlü güvenlik aktörüne dokunulması çok önemlidir. Elbette, güvenilir delil ve kanıtlar dahilinde, elbette yine hukuk içerisinde kalarak.

YAPILMASI GEREKEN YAPILIYOR

Yani yapılması gereken yapılıyor…

Evet. Balyoz operasyonu önemli bir operasyondur. Dilerim hakikaten suçlu olanlar cezasını çeker, aynı şekilde suçsuz olanlar da beraat ederler. Bugün geldiğimiz aşamada yargıya güvenmekten başka çaremiz yok. Eğer yargıya güvenmeyi bırakırsak, ciddi sorunlar yaşanır. Öte yandan, bu durum Türkiye'de yargının sorunsuz olduğu anlamını da taşımıyor. Bugün yargı tam anlamıyla bağımsız mıdır, tarafsız mıdır ya da Türkiye'de yargının siyasallaşmasından söz edilebilir mi? Maalesef, bu soruların hepsine cevabım evet.

Neden öyle?

Çünkü yargının siyasetin etkisi altında olması iktidara yükselen her kesiminin işine geliyor. Bakın, Mithat Sancar ve Ümit Atılgan tarafından hazırlanan “Demokratikleşme Sürecinde Hakim ve Savcılar” adlı bir TESEV çalışması var mesela. Orada savcı ve hakimlerle yapılan derinlemesine mülakatlar var. Bence şu günlerde tekrar tekrar açılıp bakılması gereken bir çalışma. Hakim ve savcıların kendi değerlendirmeleri de bu yönde. Yargı bağımsız değil, bağımsız olmalı; bu bir sorun. İkincisi tarafsız olmalı. Ama bu ikisi de yetmez. Eğer bugün devletin TSK dahil tüm kurumlarının üzerinde mutabık olduğu Avrupa Birliği hedefi görüntüye yönelik değilse eğer, yargının tamamı, zihniyet ve algısını bu hedefin gerektirdiği değerler sistemine adapte etmek zorundadır. Yargının bugünkü hali 12 Eylül darbe hükümetinin ürünüdür. 28 Şubat döneminde Genelkurmay'a bizzat çağrılarak brifing verilen hakim ve savcıları hatırlayalım. Bu nasıl bir bağımsızlık anlayışı. O gün bu durumu eleştirmeyenler bugün kıyameti koparıyorlar. Neden, çünkü oturup ilkeleri konuşacağımız yerde “bizim takım kazansın da nasıl kazanırsa kazansın”ın yollarını arıyoruz. Biz daha demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi kavramları bırakın içselleştirmeyi, bu kavramların tanımı üzerinde tam anlamıyla bir mutabakat kuramadık. Tam da bu noktada yargı reformunun, yeni bir anayasanın gerekliliği bir kez daha öne çıkıyor.

YARGILAMALARIN CAYDIRICI GÜCÜ ÖNEMLİ

Usul hataları olduğundan çok şikâyet ediliyor ve bu yüzden yargı eleştiriliyor…

Ben hukukçu değilim ama gözlemlerinden şunu söyleyebilirim. Usul hataları sadece bugüne has bir şey değil. Olmamalı ama kimse için olmamalı. Onu söylemeye çalışıyorum. Yani bugün eğer usul hatalarından rahatsız olan varsa buna geçmişte de itiraz etmelilerdi. Bugün buna maruz kalanların bu şikâyeti yapması ilkesellikleri adına çok gerçekçi değil.

Gerek Ergenekon gerekse yeni başlayan Balyoz operasyonu davalarının en somut etkisi ne olur?

Eğer yasal, anayasal bir suç işlenmişse kim olursa olsun dokunulması gerekir. Bu davaların açılmış olması en azından hala böyle bir yolu aklından geçirenler için caydırıcı olacaktır. Darbecilerin, derin devletçilerin, ben “her şeyi sizden daha iyi bilirim”cilerin de hukukun gerektirdiği çerçevede yargılanmaları bence çok önemli. “Dokunulmaz” güçlerin savunuculuğundan siyasi rant sağlayanların da önü kesilir böylece. Ama şunu da unutmayalım. Bu sorun sadece askerle ilgili değil. Toplumun üzerinde silaha sahip olmanın verdiği avantajla ideolojik baskı kurmak isteyen tüm güvenlik birimleri için aynı hassasiyeti aynı duyarlılığı göstermek gerekiyor. Polisin insan hakları ihlalleri karşısında da aynı duyarlılığı göstermek şart.


Darbecilerin hepsi de Atatürkçü. Bu nasıl olabiliyor?

Türkiye'de askerlerin ve askercilerin önemli zırhıdır Mustafa Kemal Atatürk. Onu bütün başarıları, vizyonu ve liderlik vasıflarıyla beraber insani bir figür olarak göremedik bir türlü. Kişiliği resmi tarihin içerisinde bir kült olarak duruyor. Fikirleri, yaklaşımları ise resmi ideoloji olarak tekleştirildi. Dönem dönem, “Kemalizm” ya da “Atatürkçülük” adını aldı. Ama burada dikkat edilmesi gereken önemli husus resmi ideolojinin, siyasi ve toplumsal alanın denetimi mücadelesinde, sürekli olarak yeniden tanımlanma ihtiyacı içinde olmasıdır. Gerçekte, Türkiye tarihinde her “yoldan çıktığında” toplumun ıslah edilmesinin aracı olarak Atatürkçülüğün sisteme yeniden enjeksiyonunun darbelerle gerçekleştirildiği göz önüne alınırsa, onu tanımlama tekelinin de askeri erke ait olduğu kolayca söylenebilir. Atatürkçülüğün her darbede adı kaldı ama içeriği değişti. 1960'ların Atatürkçülüğü ile 1980 darbesinin Atatürkçülüğünün farklılıkları ortak noktalarına oranla çok daha fazladır. Yani şunu kastediyorum. Atatürkçülük adına yapılanlar çok farklıdır. 28 Şubat'ta da benzer bir çabayı görürsünüz.

Araştırmalarda TSK'ya güven en yüksek oranda her zaman. Nasıl açıklıyorsunuz bunu?

Kanımca güven duyulan TSK, Kurtuluş Savaşı, Atatürk, Peygamber Ocağı gibi dönem ve sembollerin TSK'sıdır. Daha da önemlisi iç düşmana, ötekine duyulan korkudan beslenen bir güvendir bu gibime geliyor. Elbette bunları bilimsel yöntemlerle ölçüp biçmeden söylemek çok da doğru değil. Ama yine de şunu söyleyebilirim. Toplum için ordu yakın bir zamana kadar hep kapalı bir kutu oldu. Son dönemde bütün bu darbe senaryoları ya da PKK ile mücadele alanındaki zaaflarla ilgili ileri sürülen iddialar kamuoyunu etkilemiş gözüküyor. Güven oranlarında da düşme başladı. Mesela yargıya, siyasete güven neden düşük? Çünkü, insanlar günlük yaşamlarında bu kurum ve kişilerle bire bir muhataplar. Bu kurumların işleyişindeki zaafları açıkça hissediyor biliyorlar. Ama sokaktaki insanın orduyla böyle bir ilişkisi yok. Dilerim, demokrasiden beklendiği gibi parlamentoya, yargıya olan güven zamanla üst sıralara yerleşir. Bu da sadece yargının değil siyasetin ve siyaset yapma biçimin de Türkiye'de değişmesini gerektiriyor elbette.

1982 Anayasası'nın mucizesi nedir, neden değiştiremedik?

Önce şunu açıklığı kavuşturalım. 12 Eylül anayasası öyle kendimize has, o günkü ihtiyaçlara yönelik olarak hazırlanmış bir anayasa değildir. 12 Eylül Anayasası kurumları, zihniyeti ve milli güvenlik doktrininin ideolojik kullanımı açısından Güney Kore ve Brezilya'da ABD desteği ile sol hareketlere karşı gerçekleştirilen darbe sonrası anayasaları ile büyük benzerlikler gösterir. Yakın bir zamanda Milli Güvenlik Kurulu'nun etkisi azalıyor diye ulusalcılık adına isyan edenler bu gerçeği bir görsünler önce. Milli güvenlik kavramı da bizzat adıyla sanıyla, tanımıyla ABD çıkışlıdır. SSCB tehlike algısına dair topyekun savaş söylemini arkasına alır. Garnizon devletlere de askeri darbeler yoluyla belletilmiştir. Milli Güvenlik Devlet yapılanması da o ülkelerdeki sol hareketlerin bertaraf edilmesi ve bu yönde kalıcılığın sağlanması için kurgulanmıştır. Bizde de böyle oldu. 1982 Anayasasını yapanlar da nasıl olsa biz her zaman iktidara kalacağız beklentisi ile bu devlet modelini kurumsallaştırdılar. Her gelen iktidar da ya çekindiğinden ya da bu yetkileri sonuna kadar kullanmak istediği için Anayasa da değişmedi bir türlü. Günün gereklerine göre yamalanıp durdu.


Türkiye Milli Güvenlik Devleti dediniz. Nedir “Milli Güvenlik Devleti”?

Size uluslararası literatüre dayanarak uzun bir tanım vereyim. Milli Güvenlik Devleti, askerin özerk ve en yüksek otorite olduğu devlet modelidir. Bu modelde askeri otorite dış ve iç düşmanları belirleme yetkisine haizdir. Sürekli bir iç ve düşman saplantısı içerisindedir. Düşmanların karşısında ülkenin tek savunucusu olarak kendisini görür. Bu devlet modelinde askeri otorite sosyal ve siyasal taleplere yön verebilecek kurumsal araçlarla donanmıştır. Güvenlik devletleri demokrasi görüntüsü verir ancak bu devlet yapısının güvenlik aktörleri demokratik seçimlere daima bir güvensizlik, küçümsemeyle yaklaşırlar. Diğer bir karakteristiği ise toplumsal katılımın ve fikir boyutundaki tartışmaların önünü baskı ve tehdit yoluyla kesmesidir. Bu çerçevede bilgi akışını kontrol eder. Temel politikaları gizlilik içerisinde belirler ve bunları kamunun bilgisinin dışında yer alan kanalları kullanarak uygulamaya sokar. Son olarak da şunu söyleyebiliriz. Milli Güvenlik Devleti tüm bu saydığımız işleri “ulvi bir amaç için” ya da “milli güvenliğin gerekliliği” gibi muğlak ifadelerle meşrulaştırır. Bu çerçevede AB süreci öncesi Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nin gizli yapılanmasını, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin düşünce özgürlüğü aleyhine aldığı kararları, JİTEM'i, andıçları, fişlemeleri, askeri beyanatları, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'ni (MGSB), yukarıdaki tarife göre bir kez daha düşünelim.

MGSB TÜRÜ BELGELERİ SİVİLLER HAZIRLAR

MGSB nerede duruyor bu yapıda?

Yeri açık. Militer bir zihniyetin belirleyip, kristalleştirdiği düşman tarifini içerir bu belge. Bakın bu ülkenin Başbakanı kendi partisini açıkça da olmasa iç düşman sayan bu belgenin altına imza atmak zorunda kaldı. Demokratik bir rejimde bu nasıl olabilir? Demokratik ülkelerde bu tür belgeler güvenlik bürokrasisi ile koordinasyon içerisinde olmak kaydıyla nihai içeriği sivil irade tarafından hazırlanan belgelerdir. Bizde bu belgeye asıl şeklini veren güvenlik bürokrasisi oldu bugüne kadar. Tüm hükümetleri bağlayan bir belge niteliğinde oldu. Siyasetin sınırlarını keskin çizgilerle çizdi. Her ne kadar, bugün bu belgenin tavsiye niteliğinde olduğu Danıştay tarafından tespit edilmişse de varlığını kilitli bir kasa içerisinde koruyor olması hala rahatsız edici. Başbakan MGSB güncelleyeceğiz diyor. Kanımca bugünkü milli güvenlik tanımıyla bu da olmamalı. Devletin güvenliğini insanın güvenliği ile dengeleyen bir anlayış anayasal güvenceye kavuşturulmadan böylesi belgelerin bağlayıcılığı demokrasi adına son derece sakıncalıdır.

SİVİLLEŞME VAR AMA YETERLİ DEĞİL

Milli Güvenlik Devleti olmaktan çıkıyor muyuz?

Avrupa Birliği'ne üyelik beklentisinin resmiyet kazanmasının ardından siyasi ve toplumsal hayatın ibresini önemli ölçüde sivilleşmeye ve kayda değer ölçülerde demokratikleşmeye doğru çeviren gelişmelerden söz etmek mümkün. Ama yeterli değil. Kurumsal, yasal zeminde bu yönde değişmesi gereken daha çok şey var. Ayrıca sivilleşmek demek her zaman demokratikleşmek demek değil ki. Vatandaşlar yerine devletin haklarının güvenceye kavuşturulduğu bir yapının tersine çevrilmesi gerek. Devletçi, savunmacı reflekslerin yerini demokratik değer ve ilkelere bıraktığı bir dönüşümün yaşanması gerek. Sadece güvenlik bürokrasisinin değil, siyasetçinin ve temsil ettiği toplum kesimlerinin de zihniyet dünyasında bir paradigma sıçraması şart. Birbirimizi o ya da bu nedenle beğenmesek de birbirimize saygı duymak zorundayız.

Orgenerallerin bir araya gelmesinin anlamı nedir?

Ben bu tavrı rahatsız edici bulmuyorum. Doğrudan kurumlarını, arkadaşlarını ilgilendiren tarihi gelişmelerle karşı karşıyalar.

Ya üçlü zirvenin...

Kapalı kapılar ardında neler konuşuldu bilmiyorum. Pazarlık mı dönüyor şeklinde de okuyabilirsiniz. Daha da ileri götürüp gelişmelerin zamanlamalarına bakarak farklı tahminler yürütebilirsiniz. Ama ben zirveyi bir tür kriz yönetimi çabası olarak görüyorum. Gündemdeki meselelerin anayasal düzen ve kanunlar çerçevesinde çözüme kavuşacağı mesajı olumlu bir mesajdır.

Bütün bu tabloya bakınca asker sivil ilişkisinde nasıl bir değişim söz konusu?

Tabuların yıkıldığı kesin olmakla birlikte sadece bugün olan bitenlere bakarak henüz bu ilişkinin sivil irade lehine kurumsallaştığını söylemek mümkün değil kanımca.




14 yıl önce