Bugün 1 Şubat. Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi'nin öldürülmesinin üzerinden 31 yıl geçti. İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca ise iki hafta önce idam cezasıyla yargılandığı bu davadan sadece 10 yıl hapis yatarak çıktı. Ancak sadece İpekçi cinayeti değil, birçok cinayet bugün hâlâ karanlıkta. 12 Eylül 1980'i gerçekleştirmek için 1 Mayıs 1977'den itibaren uygulanan plan başarılı oldu ve Türkiye'yi darbe ortamına hazırlamak için yaratılan çatışmalar bıçak gibi kesildi. Ancak geçen sürede anlıyoruz ki darbeciler boş durmuyor ve plan üstüne plan yapıyorlar. Bunun son örneği Balyoz Darbe Planı. Şimdi hepsi bir bir açığa çıkıyor. Ve sıra bunların yapanların yargılanmasında… Bu hafta Mehmet Ali Ağca ve derin devlet, Susurluk konularında parlak bir gazetecilik yapan Belma Akçura ile Ağca'dan Ergenekon'a, darbe planlarından medyaya kadar bir çok konuyu konuştuk. Akçura'nın şu mealdeki sözleri dikkat çekici; darbelerde medyanın rolü ve sorumluğu çok ama çok önemli oldu.
Hem hiçbir şey hem de çok şey. Abdi İpekçi cinayetinin arkasındaki güç odakları ortaya çıkartılamadı. Hâlâ sır olan çok fazla nokta var. Örneğin kurumların bu olaydaki rolünü bilmiyoruz, kilit isimlerin neden ve kimler tarafından hâlâ korunduğunu bilmiyoruz. Asker emniyet hâlâ birbirini suçluyor, kimin doğru söylediğini bilmiyoruz. MİT'in niye bu kadar çok adının geçtiğini bilmiyoruz. Askeri cezaevinden kaçmasının arkasında gerçekte kimlerin olduğunu da…
Ben İpekçi cinayetinin aktörleriyle konuşurken biri dedi ki; “Ağca askeri cezaevinden kaçmadan üç gün önce koğuştan alındı ama yoklamalarda var gösterildi.” Ben o zaman bu iddiayı haber yapmadım çünkü böyle bir ifadeyi bulamamıştım. Birkaç gün önce Nükhet İpekçi'nin bana “emanet” olarak bıraktığı kendi el yazısı notlarının arasında bu iddiaya ilişkin bilgileri gördüm. Ağca'nın askeri cezaevinden kaçmasından beş yıl sonra 1984'de açılan ikinci İpekçi davasında gizli celse isteyen bir sanığın Sıkıyönetim Mahkemesi'ne verdiği bir ifade var; Aralarında bir yüzbaşının da bulunduğu dört kişilik nöbetçi heyetinin koğuşta yaptıkları yoklamalardan sonra, tutulan tutanaklarda koğuş sayısını tam olarak göstermediklerini anlatıyor. “Bizim koğuşta kalanların sayısı 13'tü sayımlarda koğuş üç gün boyunca 12 çıktığı halde yokluğu biliniyordu ama mevcut gösteriliyordu. Zabıt hemen orada tutuluyordu Ağca üç gün koğuşa getirilmedi, sonra kaçtı” diyor. Bu ifadelerin üzerinde zamanında neden hiç durulmadığını anlayamadım. Dolayısıyla ben arkasındaki güç kim sorusuna ancak bu somut bilgilerin, iddiaların neden yeterince değerlendirilmemiş olduğu kuşkusuyla yaklaşabilirim.
Birbirini suçlamaları yeni bir şey değil. Dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş çıkıp her defasında 'Ağca soruşturmasını engellediler' diyor. Dönemin Sıkıyönetim Komutanı Necdet Uruğ da her defasında Emniyet arasındaki ayrışma nedeniyle takdirini kullandığını söylüyor. Ama Uruğ daha önemli bir şey söylüyor; “Kaldı ki o dönem kulağımıza gelen bazı bilgiler, bu işin pek kolay ortaya çıkmayacağı mahiyetindeydi” diyor. Ancak neye ve hangi bilgilere dayanarak bu cinayetin çözülemeyeceği yönünde bir düşünceye sahip olduğu ona sorulmuyor.
Asker şuna yanıt verecek; Ağca cezaevine nakledilirken o cezaevine neden bir grup asker gönderildi. O askerlerin bu kaçışta rolü olduğuna göre bu askerleri oraya kimin imzasıyla sevkettiler? MİT cinayetin planlandığı günden Papa olayına kadar 9 tane MİT'çinin bu adamlarla adı geçiyor. Neden? Şahin Tolunoğlu kimdir, bu sorunun yanıtını vermeli? Bu grubu himaye ettiği öne sürülen MHP içerisindeki milletvekillerinin adları neden bugüne kadar saklandı? Murat Bayrak gibi milletvekilleri 12 Eylül'den sonra ülkeyi ellerini kollarını sallayarak nasıl terketti? Bunlara yanıt verilecek. O kadar çok esas soru var ki?
Sadece Ağca'yı değil cinayette adı geçen Çatlı grubunun tamamını kaçırdılar. Emniyet, MİT, Asker Siyasetçi içerisinde nüfuzlanan bir grup adam, hepsini kaçırdı… Biri bu kaçışları ayarladı, biri korudu, biri güvence verdi, biri para.
Bunu ben de sordum. 'Bir olay bu kadar korunaklı ve sır haline getirilmişse topyekun imha kararı verilmiş demektir” gibi manidar cümleler kullanıyorlar. Bilemiyorum. İpekçi cinayetinde çok sayıda emniyet, istihbarat ve askerin adı geçiyor. Olay siyasi bir partiye MHP'ye kadar uzanıyor. Ama her şeyi Mehmet Şener'in yakalanamamış olmasına bağlayıp kapatıyorlar. Sanki yakalansa işi çözeceklermiş gibi davranıyorlar.
Öyle görünüyor. Sokaklar kafalarından kurşun sıkılan insan cesetleriyle doluydu. Kahramanmaraş olaylarının planlayıcılarının listesi Ecevit'in arşivinden çıktı. Can Dündar ve Rıdvan Akar yazdı… Bir tek köşe yazarı gazeteci o listede yer alan isimlerin üzerine gidemedi. 12 Eylül darbesini yapmak için İpekçi'nin öldürülmesi gerekmiyordu, zaten darbe ortamı için her şey belli ki hazırlanmış.
Eğer bugün yazılıp, çizilenler bir yere gitmek için değil, bu ülkeye demokrasiyi getirmek içinse anlamlı olabilir. Ama değilse ve sorunlara taraf olanlar, kamplaşanlar, birbirleriyle inatlaşma halini sürdürürse bence sonuçları hepimiz için yine hüsran olabilir. Bakın ben bir gazeteci olarak çok uzun zamandır halkın ne düşündüğünü, neyi nasıl yaşadığını, kimliğini, siyasi, sosyal ekonomik geleceğinin nasıl şekillendiğini bilmiyorum. Halk ne yaşıyor bilmiyorum. Basın sayesinde halk nasıl bir şeydir unuttum. Çünkü basın birbirine laf yetiştirmekten halkı unuttu. Kimse gazetecilik yapmıyor artık, zaten yapmak isteyenlere de yaptırmıyorlar.
Evet ama bugün Kafes Eylem Planı gibi planlarla hâlâ ortalığı karıştırmak isteyenlerin açığa çıkmasının sonuçlarını görmek istiyorsak öncelikle neyi tartıştığımızı bileceğiz. Geçmişte de bilerek olayların üzerine gidiyormuş gibi yaptılar, tartıştılar ama sonuç alamadılar… Zaten bu kadar çok tartışmak bir süre sonra insanın entelektüel kimliğini de bitirir, gazeteciliğini de. Sadece Balyoz darbe planlarıyla ilgili değil her konuda böyleyiz. Bu olayların üzeri çoğu kez bu tür tartışmalar üzerinden kapatılıyor. Dolayısıyla bu son günlerde yaşadıklarımız iktidarlar savaşı mı yoksa demokrasi mücadelesi mi doğrusu adını koymakta zorlanıyorum.
Sayın Çetin Doğan'ın söylediği gibi bunlar seminer notları, mevcut durumu değil olası durumu değerlendiren notlar. Ama sorun şu ki; Bu seminerlerde ordunun müdahale edebilmek için olası durumun yaratılmasının da şartlarından da bahsediliyor. Yani bir dönem sokaklarda insanları çatıştırarak bizi 12 Eylül darbesine hazırlayanların zihniyetini bu seminer notlarında da görmek mümkün. Dolayısıyla bunun gibi birçok plana bakıp belki şunu söyleyebiliriz; 'Ordu neden sürekli olarak belli dönemlerde hep darbe yapma üzerine senaryolar geliştiriyor?'
O kadar çok darbeden bahseder hale geldik ki bazen bu da darbe senaryosunun bir parçası mı, bu ortam ve yaratılan gerginlik bizi bir darbe ortamına hazırlamak için mi diye düşündüğüm bile oluyor. Ordu hem sahip olduğu vesayeti, imtiyazlarını korumak için bu tür planlardan, gücünü ve varlığını meşru kılmak için yarattığı mevcut koşullardan vazgeçmek istemiyor olabilir. Zaten bu yüzden her dönem birimizi ya da hepimizi tehdit algılamalarının içerisine koyuyor.. Ordu darbelerle beslendi. Gücünü daha çok 12 Eylül'den aldı. Bugünkü darbe planları ise mevcut otoritesinin ve gücünün zayıfladığına işaret ediyor. Bu planlar şimdi o gücü ve iktidarını korumak için yapılan planlar. Tabii buradan bakınca bugün yapılan darbe planlarının arkasında, irtica tehdidi değil sermayenin el değiştirip değiştirmemesi korkusu var.
Ergenekon soruşturması kapsamında bugüne kadar 13 operasyon yapıldı, 4 iddianame hazırlandı. Toplam sanık sayısı 219, tutuklu sanık sayısı 71, tahliye olan 39 kişi. Tahliye olan 39 kişiden 25'i asker. Tabii bu rakamlar sürekli değişiyor. Ama Ergenekon davasından yargılanan her dört kişiden üçü şu anda dışarıda; tahliye olan her üç kişiden ikisi ise asker kökenli olmasını önemsiyorum.
Askerlerin dışarıda olduğu bir davada diğerlerinin tutuklu kalmasını nasıl açıklayacağız o zaman. Haliyle bu durum ucu açık tartışmaları da beraberinde getiriyor. Cezaevinde halen orgeneral düzeyinde tutuklu asker yok. Tuğgeneral düzeyinde tutuklu yargılanan yüksek rütbeli iki asker var; Veli Küçük ve Levent Ersöz.
Bugüne kadar JİTEM ve faili meçhul cinayetlerde sorumluluğu olduğu iddiasıyla dört isim üzerinde duruldu; Veli Küçük, Abdülkerim Kırca, Levent Ersöz ve Arif Doğan. Adülkerim Kırca'nın intihar ettiği öne sürüldü. Arif Doğan sağlık koşulları nedeniyle tahliye oldu. Levent Ersöz tutuklandığından beri hastanede. Geriye bir tek Veli Küçük kalıyor onu da Susurluk'tan bu yana biliyoruz.
Ben Veli Küçük'ün Susurluk karesinin dışında kalmasında basının çok büyük bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Susurlukta sadece polis siyasetçi mafya vardı. Ama asker yoktu. Neden yok? Bu soruyu o zaman sormayanların şimdi neden Ergenekon'da sadece askerler yargılanıyor ya da bu davada neden hiç polis yok diye sormasını da çok anlamlı bulmuyorum.
İlk üç iddianame Türkiye'nin bir dönem karşı karşıya kaldığı eylemleri hedef alıyor. Danıştay saldırısı, Cumhuriyet'in bombalanması JİTEM'in faili meçhul cinayetleri, Susurluk gibi. Ancak son iddianamede durum farklı… Son iddianame, Poyrazköy'de toprağa gömülü bulunan silahlar üzerinden yürütülen soruşturmayı esas aldı. İddianamede söz konusu gömülü silahların nerelerde kullanılacağına ilişkin bilgiler iddianameyi daha da önemli hale getiriyor. O silahlarla suikastlar yapacakları, müzede bomba patlatarak küçük çocukları öldürmeyi planladıkları, azınlıklara yönelecekleri, yani Kafes Eylem Planı'nda geçen iddiaları da içeriyor. 17 sanığından 15'i muvazzaf subay. 12'si halen görevinin başında 7'si albay biri general haliyle davayı daha da önemli hale getiriyor.
Türkiye'yi trajikomik buluyorum. Bu ülkede ya darbe yapıyoruz ya da darbe planlıyoruz. Türk basın tarihine dönüp bir bakın; bu tarihin yarısı yapılan darbeleri yorumlamakla geçmiş. Şimdi de 'ya yapılsaydı' diye konuştuğumuz darbe planlarıyla geçiyor. Ben çocukken nerde bir asker görsem alkışlardım. Ama asker bende 12 Eylül ile büyük bir travma yarattı. Bu yüzden askerden hep korktum. Her zaman, “Genelkurmay'dan sert açıklamalar…” diye başlayan “Askerden muhtıra…” diye sürdürülen haberler yüzünden korktum. Bu korkuyu bende asker değil, basın yarattı. Bu yüzden Susurluk'u yazarken askeri yazamadım. Yazmamaya dikkat ettim. Kafamda şekillenen asker korkusu kalemimi de şekillendirdi. Şu da bir gerçek ki çoğu kez üslubunu ve hırçın sert söylemini beğenmesem de Taraf gazetesi bence hepimize 'Demokrasi istiyorsak bir gazeteci olarak herkese soru sormayı bileceksin'izi öğretti. Ben ilk defa Türk medyasının askeri tartıştığını görüyorum. Bu çok önemli; Asker de bence bu tartışmalara olabildiğince sabırlı. İki taraf açısından da kolay değil. Bizde yılların hıncı var. Onlarda da yılların geleneksel darbe kültürü. Benim tek derdim üslup. Soru sorarken bu ortak dili, ortak bilinci oluşturmamız şart.
Listeyi gördüğüm zaman şöyle düşündüm, bir dönem Türkiye'de 'ortalığı karıştırmak isteyenler' öldürülecek gazetecilerin, aydınların listesini tutuyordu, şimdi 'ortalığı karıştırmak isteyenler' onlardan faydalanmayı düşünüyor.
Asker ilk defa kendi varlığını, iktidarını besleyen mevcut rejimi, tehlikeye sokacağına inandığı bir siyasi partiye karşı darbe yapmayı planlıyor. 28 Şubat sürecinde darbeleri destekleyen tek bir yazısı olmayan, 12 Eylül'de işkence gören gazetecileri bile faydalanılacak gazeteciler listesine sokarak ilk defa tehdit algılamasının içerisinden bazı aydınları çıkartmış. Niye çünkü hükümetten memnun değiller, hükümete karşı en sert muhalefeti yapıyorlar.
Öyle görünüyor. Eğer gazeteciliğin ne işe yaradığını ne demek olduğunu bilselerdi eminim faydalanılacaklar listesini o kadar uzun tutamazlardı. Ama şu da bir gerçek medyanın söylem ve dilinde, satır aralarında, hatta manşetlerinde iktidarın ya da ordunun etkisi her zaman olmuştur. Önemli olan Türk basını bu tartışmalarda gerçek bir demokrasi mücadelesi mi veriyor yoksa iktidarların savaşında taraf mı oluyor sorusuna yanıt verebilmek. Bence bizde hiç kimse gerçekten kendi işini yapmıyor. Ne ordu, ne basın ne iktidar ne muhalefet. Bu yüzden hiçbir işin sonunu getiremiyoruz.
Bir gazetecinin ne kadar 'tutarsız' olduğunu anlatmak için 10 yıl 20 yıl önce yazdığı bir yazıyı çıkartıp önüne koymak, ya da ailesinin soy ağacını çıkartmak, o gazetecilerin kendilerine de yapabilecekleri en büyük kötülüktür. Oscar Wilde'nın bir sözünü çok severim; “Tutarlılık, hayal gücünden yoksun insanların son sığınağıdır…”