Şam yönetimi Suriye'deki krizin derinleşmesi üzerine Rojava bölgesini arasında çekişme ve çatışma olan Kürt siyasi hareketine bırakmayı seçmişti. Ama bölgenin aynı zamanda Suriye'deki cihatçı grupların da hedefinde olması gerilimi çatışmaya dönüştürdü. Silahlı muhalif gruplarla ilişkileri olan ülkeler ve yapıla- rın bu grupları, Kürt siyasi hareketinin 'Arap Baharı' sonrası güçlenen elini zayıflatmak için ve stratejik üstünlüğü Kürtlerin elde etmemesi için teşvik ettikleri düşünülebilir.
PYD'nin bir yıldır kontrol ettiği bölgelerde güçlendiğini gören farklı aktörler diğer muhalif grupları Kürtlere karşı kışkırtmaktadırlar. Bölgede bazı kritik noktaların her iki taraf tarafından kontrol edilme isteği çatışmaların artarak devam etmesine zemin hazırlamaktadır. Ayrıca silahlı muhalif gruplar arasında aşırıcı yapıların bölge halkları üzerindeki baskısı da çatışmalara neden bir başka faktördür.
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki Suriye'de ne Kürtler ne de Şam yönetimine karşı silahlı mücadele yürüten grupları kendi içinde tek bütün bir parça gibi görmek bizi yanıltır. El- Nusra cihat felsefesiyle hareket eden siyasi ve askeri bir yapı olarak karşımıza çıkmakta ama bu yapının genelde gerek cihat bölgelerinin ve gerekse de hedefe aldıkları grupların aynı zamanda bazı bölgesel ve küresel güçlerin hedefleri olması insanı oldukça düşündürmektedir.
Nusra, Şam yönetimine silahlı muhalefetiyle bazı bölgelerde hakimiyeti elde ederek ilan ettikleri İslam yönetimlerini ikame etmeye çalışıyorlar. Nusra yapısıyla tek bütün bir yapı olarak görülmemelidir ve disipliniyle bölgedeki askeri faaliyeti bölgesel destekleri ve küresel ağlarıyla mümkün olmaktadır. Belki bu nokta PYD ile aralarındaki en önemli farklardandır.
PYD bölgede Kürt siyasi hareketinin parçası olarak hareket ederek var olan etki ve gücünü yine Kürtlerden almaktadır. Elbette PYD'nin bölgesel ve daha geniş boyutta destekçileri olabilir. Ama temel insan kaynakları ve stratejik aklının kendi dinamiklerine bağlı bir hareket olarak PYD, Nusra'dan çok faklıdır, kıyas bile edilemez. PYD temelde Suriyeli Kürtlerin (ki bu Kürtlerin genellikle aslen kökeninin Türkiye olduğu da artık herkesçe bilinmektedir) kendi bölgelerindeki hakimiyeti için hareket etmektedir.
Bence sorulması gereken soru niye daha önce gelmedi olmalıdır. PYD Başkanı son bir yıldır defalarca Türkiye'ye yönelik mesaj vermiş ve ilişkiler kurmak istediğini ilan etmiştir. Ülkemizde karar alıcılar PYD'nin artan bölgesel gücü, yapılanması ve Suriye'de yolunda gitmeyen koşullar karşısında ve özellikle de Rojava Kürt özerk bölgesi ilanı gibi tartışmaların olduğu bir dönemde PYD Başkanı ile görüştüler. Bu görüşmenin temel amacı Türkiye'nin kaygılarının iletilmesi olarak okuyabiliriz.
Bu ziyarette Türkiye dış politikasının yeniden Kürt meselesi üzerine yoğunlaşmakta olduğunu ve bölgedeki yeni gelişmelere yönelik durumu yönetebileceği bir durum haline getirmeye çalıştığını düşünebiliriz.
Kürtler bizim stratejik derinliğimiz ve bölgedeki asli müttefiklerimizdir. PYD de bunun dışında kalmamaktadır. Suriye'deki tüm kardeşlerimiz gibi Kürt kardeşlerimizin de acılarıyla dertlenilmeli ve sevinçleriyle sevinmeliyiz. Onları düşman ya da tehlike görmemeliyiz.
Kürtlerin bölgesel bir güç olduğu yeni ortaya çıkan bir durum değildir. Bölgemizin yakın tarihine, son iki asırlık sürecine bakıldığında Kürtlerin bölgemizdeki yeri ve konumu daha net anlaşılacaktır. Kürt siyasi hareketinin birkaç on yıl içinde ortaya çıkmış dış mihraklı bir hareket olduğu yönündeki algılar ve düşünceler meseleleri anlamamızı imkansız hale getirmektedir. Bizlerin Kürtleri ülkelerimizi yaşamlarımızı tehdit eden bir olgu gibi görmekten vazgeçmemiz gerekmektedir.
Mısır sorunu gerek iç siyasal tartışmaları ve gerekse de Mısır'ın Nil nehri başta olmak üzere bölgesel konuları buna ek olarak ayrıca Ortadoğu'da var olan süreçler hepsi bir arada soğuk kanlı bir şekilde değerlendirilmesi gereken konulardır diye düşünüyorum. Kanımca bölgemizde yeni bir Sykes-Picot süreci yaşanıyor gibi.
Bu yeni süreçte ABD ve Rusya bölgeyi yeniden kontrol etmeye ve bölgedeki etkinliğini artırmaya çalışıyorlar. Bu noktada Mısır'da İslamcı İhvan hareketinin tasfiyesi konusunda hiçbir küresel güç arasında hatta bölgedeki önemli güçler arasında dahi sorun yaşanmadığı görülmektedir.
İhvan gerek Mısır toplumunda gerekse İslam ülkelerinde fikirsel etkileri ve organik bağlarıyla köklü bir akımdır. Geçici bir süre güç dengelerinde yaşanan değişimler İhvan'ın zayıflamasına neden olacaktır. Ama İhvan hareketi tasfiyesinin mümkün olmadığı kadar köklü bir yapıdır. Mısır'da yaşanan darbe süreciyle İhvan'ın siyasal olarak zayıflatılmaya çalışılması bu akımın sosyal yapıda da zayıflayacağı anlamına gelmez.
İhvan dün meydana gelmiş bir hareket değildir. Mısır başta olmak üzere Ürdün, Kuzey Afrika ve diğer birçok İslam ülkesinde fikirsel paydaşlar ve hatta organik ortakları bulunan devletleşmeden sosyal hayat içinde kurumsallaşmış yapıları bulunan İhvan'ın bir süre siyasal olarak bastırılması ve zayıflatılması mümkün olsa da sosyal dinamikleri güçlü kurumsallığı ve fikirsel düzelmi bulunan bu hareketin daha da gelişip büyümesi oldukça muhtemeldir. Önümüzdeki yıllarda İhvan'ın daha güçlü bir şekilde Mısır'da iktidarı elde etmeye yönelik çalışmalar yapacağını öngörmek çok zor olmasa gerek.
Mısır'ın İslam dünyası kadar Afrika'da bölgesindeki konumu ve yerine bakıldığında çok önemli bir ülkeyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Batılı ülkelerin Ortadoğu'da siyasal İslam olarak öne çıkan gruplarla yeni bir bölgesel düzen kurmasına yönelik girişimlerinden geri döndüğü ve bölgede seküler yapıları güçlendirecek adımlar atmaya başladığı özellikle Mısır üzerinden daha net okunmaktadır. Suriye konusunda Batılı ülkelerin çekimserlikleri ve çekincelerinin tam olarak dışı vurumunun Mısır'da ortaya çıktığını iddia edebiliriz.
Burada sorulması gereken soru Batılı ülkelerin Mısır'da istediklerini Suriye için de istemeye başlayıp başlamadıklarıdır. Soru şu aslında Batılı ülkeler Mısır'da İhvan'a karşı gerçekleştirilen darbede demokratik ve seküler vurgular yaptılar acaba Suriye için de vurguladıkları yapı bu mudur? Batı nasıl bir Suriye istemektedir?
Suriye muhalif hareketi içinde ise bu tarz muhalif gruplar çok küçük ve zayıf. Suriye muhaliflerinin çoğunluğunun İslamcı gruplardan oluşması Batılı ülkelerin bu muhalif grupların iktidarına uzanacak süreci desteklemeyeceğidir. Batılı ülkelerin Suriye'yi yıpratan İslamcı muhalefete destek vereceğini ama iktidarı ele geçirecek bir İslamcı muhalefetin destek alamayacağını düşünüyorum. Batı tarafından Suriye'de silahlı muhalif grupların iktidarı kabul edilmeyecektir ama muhalefetin ülkeyi yıpratıcı düzeyde kalması şartıyla desteklenebileceği görülmektedir.
Mısırda İhvan'ın darbe alması ve siyasal sahneden silinmeye çalışılmasının en önemli etki yapacağı ülkelerin başında Suriye gelmektedir. Zira Suriye'de Şam yönetimine karşı muhalif güçlerin de artık bundan sonra Batılı ülkelerle ilişkilerinin tamir edilemeyecek duruma gelebileceği düşünülebilir. Suriye'deki muhalif güçlerin temelini İslamcı yapıların oluşturduğu düşünülürse Batılı ülkeler Mısır üzerinden İslamcı güçlere verdiği mesajla bir anlamda bu muhalif yapıları zayıflatmaktadır. Sonuçta Mısır'daki darbe süreci dolaylı olarak Şam yönetimine öncelikle psikolojik destek sağlamaktadır. Özetle Mısır darbesinin Şam yönetimine dolaylı olarak önemli katkıları olacağını düşünüyorum.
Suriye'de geri dönüş yollarının süratle kapandığı görülmektedir. Suriye'nin kaderi kanımca sadece Suriye'nin kaderi olmanın ötesine geçerek yeni bölgesel denklemlerle ilgilidir. Bu savaşı başlatanların da şu anda bu soruya yanıt verebileceğini sanmıyorum. Suriye krizi günümüzün Gordion düğümüdür. Bütün güçlerin açılamaz düğüm haline gelmiş Suriye krizinin nereye gideceğini hesaplayabildiğini de düşünmüyorum ve çoğu hesaplar da zaten iflas etmiş durumda. O yüzden kısa vadede bu ülkede iç savaşın sonlanmasını beklemenin sadece bir iyi niyet temennisi olacağını düşünüyorum. Muhtelif senaryolar konuşuluyor
Cenevre II Konferansı'nı yeni Sykes-Picot süreci olarak görüyorum o yüzden sancılı işliyor ve zaman alıyor. ABD ve Rusya tarihsel olarak Fransa ve İngiltere yerine Suud ve İran merkezli iki kutuplu bir yapıyla bölgeyi kontrol etmeye çalışacakları bir geçiş süreci planladıklarını düşünüyorum.
Kürtlerin aktör olması gibi bir tartışmayı ben yanlış buluyorum. Belki asıl tartışılması gereken bugüne kadar Kürt kardeşlerimiz neden aktör olamadıkları ve bastırılmak zorunda kaldıklarıdır. Kürtlerin kendi geleceklerini tayin hakları olduğunu kabullenmemiz zor olabilir ama çözüm ve barışın anahtarının da bu düşünce olduğuna inanıyorum. Elbette Kürtlerin aktör olması ve önemli yerlerde olması bizlere de güç katacaktır. Barış ve çözüm sürecinin de başarılı olmasının başka bir yolu yoktur.
Bizleri güçlü kılacak olan şey iç huzur barış ve sosyal yaşamımızın insan hakları, özgürlükler ve demokratik uygulamalardır. Sadece Kürtlerin aktör olması değil Kürtlerin demokratik ve insani haklarını kullanabildiği bir Türkiye hatta sadece Kürtlerin de değil tüm insanlarımızın her etnik ve dini yapıdan insanlarımızın demokratik ve insani haklarını kullanmaya başlaması bizi gerçekten büyük bir ülke yapacaktır.