|

Her şeye rağmen çözüm yakın

SETA Hukuk ve İnsan Hakları Koordinatörü Yılmaz Ensaroğlu kritik zamanlarda meydana gelen provokasyanlara rağmen çözüme yaklaştığımızı söyledi. Ensaroğlu, "Sorun artık çözümü dayatan bir noktaya varmış durumda. Çözümün siyasetten geçtiği sadece taraflar arasında değil, tüm toplumda gittikçe daha çok kabul görüyor" dedi.

Murat Aksoy
00:00 - 18/07/2011 الإثنين
Güncelleme: 00:27 - 18/07/2011 الإثنين
Yeni Şafak
Her şeye rağmen çözüm yakın
Her şeye rağmen çözüm yakın
Türkiye son yıllarda bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşümü farklı düzlemlerde görmek mümkün. Bu dönüşümün siyasi aktörleri kadar sivil toplumda da önemli aktörler var. Şu anda görünmüyor olsalar da aslında her biri, bir demokrasi kahramanı. Bu hafta Söyleşi-Yorum'da bunlardan birisi var. Türkiye'nin en karanlık dönemlerinden bugüne insan hakları savunuculuğu yapmış ve şu anda da SETA Hukuk ve İnsan Hakları Koordinatörü Yılmaz Ensaroğlu.
Mazlum-Der'in eski Genel Başkanı olan Ensaroğlu, hâlâ insan hakları alanında çalışmaya devam ediyor. Ensaroğlu, Kürt sorunu konusunda da çeşitli çalışmaların altında imzası olan bir isim.
Özellikle TESEV için Dilek Kurban'la birlikte hazırladıkları "Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası: Bölgeden Hükümete Öneriler", "Kürt Sorunu'nun Çözümüne Doğru: Anayasal ve Yasal Öneriler" ve "Kürtler Ne Kadar Haklı? Türkiye'nin Batısı Kürt Sorunu'na Bakıyor" başlıklı çalışmalar, geçtiğimiz hafta içinde yaşanan gelişmelerden sonra daha da önemli hale geldi. Ensaroğlu ile Türkiye'deki Kürt sorununu, hak ve özgürlüklerin durumunu, yapılan ve yapılmayanları konuştuk.

Bu hafta yaşananlar Kürt sorununu bir kez daha konuşmayı zorunlu kıldı. Kürt sorununun çözümünde neredeyiz?

Sorundan beslenen, çözümü zorlaştıran, süreci uzatan tüm provokas-yonlara rağmen, her geçen gün çözüme daha çok yaklaştığımızı düşünüyorum. Daha doğru bir ifadeyle, sorun artık çözümü dayatan bir noktaya varmış durumda. Elbette her kesimde, bugüne kadar ısrarla uygulanmış ama çözüm getirmemiş ve getirmeyeceği bilinen politikalarda ısrar edenler var ve bunlar zaman zaman süreci zora sokmayı da başarıyorlar. Ancak silahın miadını doldurduğu, silah yerine siyasetle ve diğer barışçıl yöntemlerle çözüme ulaşmanın gerektiği düşüncesi, sadece sorunun tarafları arasında değil, tüm toplumda gittikçe daha çok kabul görü-yor.

Peki sorun nedir o halde?

Asıl sorun, çözüm için inisiyatif alması gerekenlerin, gerekli iradeyi ortaya koyabilmesi ve hem ilgili aktörlere hem de toplumun geneline gerekli güveni verebilmesinde yatıyor. Yani önce ciddi bir süreç ve algı yönetimi sürecinin yaşanması, ardından da somut çözüm adımlarının konuşulup tartışılarak ve en önemlisi ilgili aktörlerle birlikte kararlaştırılması gerekiyor.

İKİ TARAFTA DA ÇÖZÜM İSTEMEYENLER VAR

İmralı'da mutabakat imzalanıyor, asker kaçırılıyor; BDP 'boykot'u kaldırmayı görüşüyor, asker ölüyor. Nasıl bir çelişki?

Bu, maalesef yeni gördüğümüz bir şey değil ama çelişki midir yoksa başka bir şey midir, bunu iyi tartışmak gerek. Genel olarak kamuoyunun çelişki olarak değerlendirmeyi daha çok tercih ettiği bu tür olayları iki ayrı düzlemde değerlendirmek durumundayız. Birincisi, şiddetten, çatışmadan nemalananlar var ve bunlar sadece bir tarafta değil, çatışan iki tarafta da var. Dahası, bunları tahrik eden üçüncü taraflar da var. Çözüme dair güçlü emareler belirdiğinde, bunlar sabote edici eylemlere, saldırılara ya da operas-yonlara girişiyorlar ya da bu tür şeylere kapı aralıyorlar. İkincisi, çözüm süreci geliştikçe, sorun üzerinden iktidar oluşturmuş aktörler arasındaki güç mücadelesi kızışıyor ve aktörler birbirlerinin elini zayıflatmak ya da güçlendirmek için de sürece tamamen ters işler yapıyorlar. Şimdilik, bu son olaylar, mutlaka bu türden bir provokasyondur diyemem ama örneğin, Abdullah Öcalan, son derece olumlu açıklamalar yaptığında, başka aktörler, onu güçsüzleştirmek veya kendilerinin de ayrıca muhatap alınmasını sağlamak için bu tür eylemlere girişebilirler. Aynı şekilde, başkaları, Kürt aktörler arasında bir çekişme/çatışma yaratmak için de bu tür provokatif saldırılar/operasyonlar yapabilir, yaptırabilir. Tüm ihtimalleri göz önünde bulundurarak olaylar incelenip, provokatörler açığa çıkartılmadıkça, bu tür olaylar etrafında spekülasyonlar yapmaktan öteye gidemiyoruz maalesef. Ama yetkililerin açıklamalarına ve sergiledikleri tutumlara bakılırsa, bu eylemleri tezgâhlayanlar, tezgâhlatanlar, bir kez daha hedeflerine ulaşmış gibi görünüyorlar.

TESEV'de yaptığınız çalışmalardan birisi "Kürtler Ne Kadar Haklı? Türkiye'nin Batısı Kürt Sorunu'na Nasıl Bakıyor?" başlığını taşıyor. Sahi, Batı'da yaşayanlar soruna nasıl bakıyorlar?

Batı'da yaşayan insanlar da, doğal olarak farklı yaklaşımlar sergiliyorlar. Sorunu, bir demokrasi ve insan hakları sorunu olarak görenler olduğu gibi, bu boyutları tamamen reddederek sorunu ekonomik geri kalmışlık sorunu ya da dış güçlerin Türkiye'yi bölüp parçalama girişimi olarak tanımlayanlar da var. Asıl problem, Türkiye'nin Batısı'nın, Doğusu'ndan tam haberi yok. Oralarda neler olup bittiğini doğru dürüst bilmi-yorlar. Daha doğrusu, muazzam bir dezenformasyon altında ilginç önyargılar ve korkular oluşmuş durumda. Ama tüm bunlara rağmen, İzmir'in, Mersin'in, Trabzon'un, genel olarak Ankara'dan daha ileride olduğunu, Ankara'nın konuşamadıklarını daha serinkanlılıkla konuşabildiklerini, tartışabildiklerini ve en önemlisi bugüne kadar uygulana gelen güvenlikçi politikalarla sorunun çözülemeyeceği konusunda da mutabık olduklarını söyleyebilirim.

SORUNU SADECE HUKUKLA ÇÖZEMEYİZ

Bu yaklaşım ya da bakış açısı çözüm için bir şans olabilir mi?

Elbette. Ama bu meseleyi sadece hukukla çözemeyiz. Hukuki düzenlemeler yaparken, toplumsal yaralar açarız ve o hukuk işlemez hale gelir. O yüzden, her halükârda çözüm sürecine Kürt olmayanların da etkin biçimde katılmalarını sağlamak gerek. Ben değişik şehirlerde yaptığımız ve farklı siyasi ve ideolojik tercihlere sahip, farklı etnik kökenlerden sosyalist, milliyetçi, İslamcı, liberal insanların katıldığı yuvarlak masa toplantılarında, genel olarak toplumun çözüme siyasi elitlerden daha yakın olduğunu gözledim. Ki, bu son derece olumlu ve umut verici bir durum.

Batıdaki bakış açısı, açılımla birlikte değişti mi?

Açılım sürecinin, sorunun daha rahat konuşulması, tartışılması ve bu bağlamda toplumsallaşması anlamında muazzam bir işlev gördüğü açık. Açılım, çözüm politikaları anlamında fazla bir sonuç doğurmamış olsa bile -ki, sanırım bu çok da hedeflenmiyordu- sorunun geniş kitlelere mal olmasını sağladı. Bu da, Batı'daki bakış açısını elbette değiştirip dönüştürdü. Ama bu değişim kimilerinde olumlu, kimilerindeyse olumsuz yönde oldu tabii.

Mesela son gelişmeler bu algıyı nasıl etkiler?

Son gelişmelere benzer olayların yaşandığı dönemlerde yapılan toplantılarda sergilenen tutumlar, algının oldukça olumsuz etkilendiğini gösteriyor. Bu tür olaylar yüzünden, yıllardır komşuluk eden, alışveriş yapan, dostça selamlaşan insanlar arasındaki ilişkilerin ciddi biçimde yaralandığını öğrendik. Bunu genelleştirmek, sanırım çok yanıltıcı olmaz.

Peki, bu aşamada Kürt sorununun çözümü anayasa ile birlikte mi tartışılmalı yoksa sorunun çözümü için adımlar mı atılmalı?

Kürt sorunu sürekli kanayan bir yaramız ve beklemeye hiç tahammülümüz yok. Bu sorunu, kalıcı biçimde çözmek amacıyla acilen gündemimize almak zorundayız. Çözüm için adımlar atılmalı ama bu adımları tek taraflı olarak atmanın, bir yararı olmayacağını düşünüyorum. Aslında uzak ve yakın geçmişimiz, bu konuyla ilgili gerekli dersleri çıkarmak için yeterli tecrübelerle dolu. Bunun yanısıra, çok acı bir dene-yime daha sahibiz. O da şudur: Az önce söylediğim gibi, ne zaman Kürt sorunuyla ilgili süreçte bir yumuşama gözlense, kalıcı bir çözüm için umutlar yükselse, bu süreci ciddi biçimde sabote eden vahim olaylar yaşıyoruz. 33 askerin öldürülmesi, Tokat-Reşadiye saldırısı, Hakkâri'de 9 kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırı ve nihayet son olarak geçen hafta Diyarbakır-Silvan-Kulp üçgeninde yaşanan olaylar.

BARIŞ UMUDU SÜREKLİ SABOTE EDİLDİ

Bu saldırılar hep barışın konuşulduğu günlerde oldu...

Ve ilginçtir, bu tür eylemler bugüne kadar hep başarılı da oldu; süreç kesildi, karşılıklı sert beyanları daha acımasız eylemler ya da operasyonlar takip etti. Oysa bunları boşa çıkarmanın yolu, bir bakıma, bunlara aldırmaksızın gidilmesi gereken yolda yürümeye devam iradesini gösterebilmekten geçiyor. Anayasa açısından ise, şöyle bir sorun var: Kürt siyasi hareketi için yeni anayasa, Kürtlerin haklarının anayasal düzeyde güven-ceye alınmasından başka bir anlam ifade etmiyor. Oysa toplumun geri kalanı için, yeni anayasa Türkiye'de devletin yeni bir sözleşmeyle adeta yeniden kurulması gibi bir anlama geliyor. Yeni anayasa açısından bu yaklaşımları da ortaklaştırmak gerekiyor. Aksi halde birlikte bir sözleşme hazırlamamız imkânsız hale gelir.


Yeni bir dönem başladı. Öncelikleri neler olmalı hükümetin?

Bunca reforma rağmen, hâlâ kurtulmamız gereken pekçok yasak var. Terörle mücadelenin de, yasakçı/vesayetçi anlayış ve kurumlarla mücadelenin de hukuk ve insan hakları çerçevesinde ama kararlılıkla sürdürülmesi gerekiyor. Buna paralel olarak, toplumda adalet, hak-hukuk, özgürlük bilincinin, demokrasi, bir arada yaşama, ötekine saygı kültürünün geliştirilmesi gerekiyor. Kat etmemiz gereken yolun toplumsal ayağını ihmal ederek, çözümü sadece anayasal ve yasal düzenlemelere indirgeyemeyiz. Toplumdaki farklı kesimlerin bütün yönleriyle kendilerini güvende hissedebilmeleri ve özgürce ifade edebilmeleri için hükümetin hiç kimseye yaşam tarzı dayatmaması, tüm inançlara ve yaşam tarzlarına saygıyı ilke kabul etmesi yetmez; bu anlayışın ve yaklaşımın tüm topluma mal edilmesini sağlamak gerekir.

Başka...

Bunun yanısıra, hükümetin, programda vurguladığı "toplumsal sorunların daha fazla demokrasi ve özgürlükle çözüleceğine olan inancını" koruması oldukça önemli. Bu çerçevede, Kürt sorununun barışçıl yöntemlerle çözümünün artık daha fazla ertelenemeyeceğini görmek durumundayız. Geçtiğimiz dönemde açılımın koordinasyonunu yürüten Sayın Beşir Atalay'ın bu dönemde İnsan Haklarından Sorumlu Bakan görevini de üstlenmiş olması, doğrusu umut ve beklentilerimizi arttırıyor. Çünkü ben öteden beri, Kürt sorununun, sadece bu sorunun çözümünü hedefleyen yöntemlerden çok, insan hakları temelinde, tüm farklı kesimleri kuşatan formülasyonlarla çözülebileceğine inanıyorum. Aksi halde, ayrıcalıklar yaratmak ve ayrımcılıklar yapmak tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz. Kaldı ki, insan hakları standartları, en fazla ortak payda olabilecek, üzerinde en kolay uzlaşılabilecek ve hakkaniyete de en uygun alanı ima etmektedir.

Anayasa da bu sürecin önemli işi sanırım. Sizce yeni anayasa sürecinde hükümet nasıl bir yol izlemeli; STK'lar nasıl yer almalı?

Açıkçası, toplumun yeni bir anayasaya ne kadar ihtiyaç duyduğundan emin değilim. Eğer bu kuşkumda haklılık payı varsa, önce bir farkındalık yaratma sürecine ihtiyaç var demektir. Sonra, anayasanın gerçekten tam bir toplumsal sözleşme olması isteniyorsa, o zaman öncelikle bu sözleşmenin taraflarını belirleyip sürece etkin biçimde katılmalarının yollarını/kanallarını oluşturmak gerek. Ardından da, bu anayasanın üzerinde yükseleceği temel değerler, ilkeler mevzuunda mutabakatı sağlama sürecini planlamak lazım. Tüm bu başlangıç aşamaları başta olmak üzere bütün sürece öncülük etmek, herkesin hem kendisine hem de diğer kesimlere güven duymasını sağlamak öncelikle iktidara düşer. STK'lar, kendileri iktidara talip olmayan ama toplum adına iktidarı denetleyen yapılar olduklarından, bu konuda daha etkin ve yararlı roller oynayabilirler. STK'lar, bu çerçevede ikili bir işlev yüklenebilirler: Bir yandan kendi önerilerini geliştirebilirler bir yandan da toplumun farklı kesimlerinin sürece katılımlarına aracılık edebilirler. Hatta siyasilere rakip olmadıklarından, güven arttırıcı süreçlerde, başlangıç aşamalarında kolaylaştırıcı, arabulucu roller üstlenebilirler.

Nasıl bir anayasa olmalı?

Anayasalar, bir ülkede yaşayan insanların hak ve özgürlüklerini güvence altına alan toplumsal sözleşmelerdir. Bu yüzden de anayasalarda genel olarak iki bölüm olur: Hak ve özgürlükler ve onları koruyup güvenceye alacak devlet aygıtının yapılanması. Hak ve özgürlüklerden yana, gelişmiş demokrasilerde genel kabul görmüş, tüm dünya tarafından teorik düzeyde de olsa kabul edilmiş değer ve ilkeler esas alınabilir. Bu anlamda bizim de taraf olduğumuz çok sayıda insan hakları belgesi var zaten. Bunlardan yeterince malzeme sağlanabilir. Ama bununla yetinmeyip, kendi tarihimizden, kültürümüzden hareketle, bunları zenginleştirebiliriz de. Özetle şunu söylemeliyim: Toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla hazırlanan; herkesin, her kesimin hak ve özgürlüklerini teminat altına alan, bir ideolojisi olmayan, yani topluma bir ideoloji, kimlik vs. dayatmayan, devleti bir hizmet aracına indirgeyen ve her maddesi değiştirilebilen bir anayasaya ihtiyacımız var.


Türkiye'nin son on yılına baktığınızda nasıl bir değişim görüyorsunuz?

Türkiye son on yıl içinde, aday ülke statüsü alarak AB ile müzakere sürecine başladı ve bu kapsamda ciddi reformlar gerçekleştirdi. Anayasal ve yasal reformlar, cari vesayet rejimini tamamen ortadan kaldırabilmiş değilse de, büyük ölçüde sarstı. Devlet içinde yuvalanmış çetelerle hesaplaşmaya; güvenlik bürokrasisini, tüm gelişmiş demokrasilerdeki gibi, sivil siyasetin denetimi altına almaya başladı. Farklı alanlarda yaşananlara da baktığımızda, artık yeni bir Türkiye'nin doğduğunu görüyoruz. Buna karşılık, eski Türkiye hâlâ belli bir güce sahip ve o yüzden de ülke kendi geçmişiyle, en yakıcı sorunlarıyla yüzleşmeye ve hesaplaşmaya hâlâ tam cesaret edemiyor.

Hak ve özgürlükler açısından nasıl bir Türkiye ile karşı karşıyayız? Bu konuda ilerleme mi var gerileme mi?

Hak ve özgürlükler açısından, on yıl öncesine nazaran elbette büyük ilerlemeler kaydettik. Pek çok reform paketi çıkarıldı, mevzuatta önemli değişiklikler yapıldı. Ama tüm bunlar, sorunların tamamen çözüldüğü anlamına gelmiyor. Bugüne kadar hiçbir hükümet, devleti gerçekten insan haklarına dayalı hale getirmeye yönelik köklü düzenlemeler yapmadı, ciddi kurumsallaşmalara gitmedi. Bu sorunumuzun bugün de sürdüğünü söylemeliyim. Örneğin son hükümet programında "İktidarlarımız döneminde ret ve inkâr politikalarını sona erdirdik; tüm asimilasyon politikalarını tamamen bitirmeye kararlıyız" gibi bir ifade var. Doğrudur; AK Parti, bir ret ve inkâr politikası gütmedi ama anayasada ve onlarca yasada yer alan ret ve inkâr düzenlemeleri hâlâ yerlerinde duruyor, ifade özgürlüğünü kısıtlayan maddeler hâlâ yürürlükte. PVSK'nın verdiği yetkilere istinaden, hâlâ keyfi ve zaman zaman vahim sonuçlar doğuran güvenlik uygulamalarıyla karşılaşmak mümkün. Bizzat Ankara'da ikamet eden ben, OHAL bölgesindeki uygulamalara benzer uygulamaları neredeyse ayda 2-3 kez yaşıyorum. Beyoğlu Emniyeti'nde gözaltında tutulan Festus Okey'in ölümüne yol açan güvenlik görevlileri, dört yıldır görevlerinin başındalar ve korunuyorlar. Aynı şekilde, hükümet "işkenceye sıfır tolerans" ilkesinin koruma kararlılığını sürdürüyor ama işkence ve işkence iddiaları da sıfırlanmış değil. Hükümet bütün nezarethanelere kamera sistemi kurdu ama işkenceciler de, işkenceyi nezarethanelerin dışına çıkardılar. Yani şunu söylemek istiyorum: İnsan hakları sorunları, sadece yasaları değiştirmekle, yönetmelikler çıkarmakla çözülmüyor.


Somut neler yapılmalı bu süreçte?

2011 genel seçimlerini de geride bıraktık ama hükümetin de demokratik çözüm yanlısı muhalefetin de Kürt sorununa dair değerlendirmelerini ve çözüm politikalarını hâlâ tam bilmiyoruz. Öte yandan, bu sorunun sadece terörden, şiddet ve çatışmadan ya da ekonomik geri kalmışlıktan ibaret olmadığını artık herkes kabul ediyor. O zaman bu sorunun çözümünü sadece siyaset dünyasından beklemek de doğru değil. Dolayısıyla bir taraftan çözümü içtenlikle, açık yüreklilikle konuşup tartışmak, her türden görüşü ve talebi dinlemeye tahammül göstermek ve böylece toplum olarak çözüme hazırlanmak gerekiyor. Diğer taraftan, Kürtlerin, kaybolan umut ve güvenlerinin nasıl tekrar kazanılabileceği üzerinde kafa yormak zorundayız. Öyle üst perdeden meydan okumalarla bu sorun çözülebilseydi, yıllarca çözüm kendisine havale edilmiş silahlı bürokrasi bugüne kadar çoktan çözerdi. Bu güven bunalımı aşılmadan, bir şey yapılabileceğine inanmıyorum. Çünkü bu güvensizliğin altında büyük bir umutsuzluk ve kopuş var. Önce bunu görüp gidermek gerek.






٪d سنوات قبل