1993 yılı Türkiye'de fiili bir darbenin yaşandığı yıldır. Daha doğrusu açık darbe yapabilmek için büyük provokasyonlar yapıldı. Uğur Mumcu ve Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in öldürülmesi, Turgut Özal'ın şüpheli ölümü, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın öldürülmesi. Madımak ve Başbağlar katliamı ve JİTEM'in karakutusu Cem Ersever öldürülmesi. Bütün bunlar 1993'ün başında başlayan bir çözüm planının bitirilmesine yol açtı.
1993'ün başında Genelkurmay ve hükümet terörün bitirilmesi için, PKK'nın tasfiye edilmesi için bugün yapılmaya çalışılan açılım benzeri bir planı hayata geçirmek için konsensusa vardılar. Turgut Özal ve Eşref Bitlis'in de aralarında bulunduğu bir fikir cephesi tarafından hazırlandı bu çalışma. Ve bu çalışma için Milli Güvenlik Genel Kurulu'nda hükümete tavsiye kararı çıktı. Bunun için kademeli bir af çıkarılacak, dışarıda da Barzani ve Talabani ile işbirliği ile yapılacaktı. Özal içeriye açıklama yapacak, Eşref Bitlis Barzani ve Talabani ile görüşerek halledecekti. Yani hem içeride hem de dışarıda aynı anda adımlar atılarak sorunun çözülmesi hedeflenmiş ve yol haritası hazırlanmıştı. Ancak, işte kontrgerilla ya da derin yapı bu sürece paralel olarak seri suikastlara başladı. Önce 24 Ocak 1993'de Uğur Mumcu öldürüldü, 17 Şubat 1993'de bu işin mimarlarından olan Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, 17 Nisan 1993'de Turgut Özal bir anlamda faili meçhul oldular. 25 Mayıs'ta Bingöl'de 33 erin şehit edilmesi, 2 Temmuz Sivas Katliamı, 5 Temmuz'da Başbağlar'da 33 köylünün öldürülmesi, 22 Ekim 1993'de Jandarma Tugay Komutanı Bahtiyar Aydın ve Ekim 1993'de JİTEM'in kara kutusu Cem Ersever'in öldürülmesi. İşte bütün bu ölümlerin, provokasyonların peş peşe gelmesi tesadüf olabilir mi? Olamaz. Bütün bunlar, 1993'de sağlanacak barışı sabote etmek isteyen, hem devlet içindeki hem PKK içindeki derin yapının dış güçlerin de desteği ile yaptığı eylemlerdir.
Evet. Nitekim 1994'den sonra başlayan süreç şiddet ve terörün artması ve Türkiye'nin terörle mücadelede yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Bu süreç sadece daha fazla ölüm ve maliyet getirmedi, aynı zamanda bu derin yapının maddi olarak da palazlanmasına yol açmıştır. Bu yüzden 1993 yılı örtülü bir darbe dönemidir. Bu çok açıktır.
Bu meselede ben PKK'dan çok dış güçlerin daha fazla etkili olduğunu düşünüyorum. 33 erin öldürüldüğü gün, aynı gün aynı saatte Iğdır dışardan bin kişilik bir silahlı grup tarafından kuşatıldı. Bu Kuzey Irak'taki 'Çekiç Güç'ün talimatı ile oldu.
O gün Türkiye ile İran arasında çok gizli bir petrol, doğal gaz anlaşması yapılmıştı. Hedef bu anlaşmanın bozulması idi. 33 erin öldürülmesi hem o barış sürecini kesintiye uğrattı hem de İran'la yapılan özel anlaşmanın iptal edilmesine yol açtı. Ve bundan sonra Bakü-Ceyhan Boru Hattı devreye girdi. Tabii Iğdır'ı kuşatan bin kişilik grup oradan çekilerek Kuzey Irak'a gitti.
Özal'dan evvel iki şeye bakmamış gerek. İlki Şubat 1993'de Eşref Bitlis'in öldürülmesine, ikincisi de Bahtiyar Aydın ve Hulusi Sayın'ın öldürülmesi olaylarına. Bu insanlar görevleri gereği bu yapıyı iyi bilen insanlardır. İşte bu insanların hepsinin neredeyse faili meçhul biçimde öldürülmesi tesadüf olamaz. Bunların her birinin öldürülmesi belli bir strateji ve siyasetin üründür ve hiç de masum değildir. Bu yüzden son zamanlarda ortaya çıkanlar belki yeni bir 1993 sendromunun etkisi ya da benzer bir süreci tezgahladıklarını düşündürtüyor.
Bakın Türki Cumhuriyetlere yaptığı ziyaret öncesinde 7 Nisan 1993'de kendisiyle Çankaya'da uzun bir görüşme yaptım. Bana Kürt sorununu mutlaka çözmemiz gerektiğini ancak buna Demirel'in ve derin yapının direndiğini söyledi. Buna kendi kurduğu parti de dahil olmalı ki, siyasete geri dönmeyi düşündüğünü ve yeni bir parti kuracağını söyledi. Siyasetin tıkandığını ve açılım gerektiğini ifade ederek bu parti işini hızlandırmak gerektiğini ifade etti. Yurt dışı ziyaretinden sonra bu işi hızlandıracağını ifade etti. Ancak 10 gün sonra çok şüpheli şekilde öldü. Kürt sorununun çözülmesine yönelik benzer bir kararlılık öldürülmeden önce 15 Şubat 1993'de görüştüğüm Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'te de vardı. Kuzey Irak'ta Barzani ve Talabani ile görüşmelerin çok olumlu olduğunu ve PKK'nın silah bırakabilmesi konusunda adımlar atılmasının yakın olduğunu söyledi bana. Ben 1993'te bir dergiye şunu söyledim; “Uğur Mumcu, Gün Sazak ve Turgut Özal'ı aynı yapı vurdu.” Hâlâ aynı görüşteyim. Eğer savcılar o zaman bu olayların üzerine yeterince gidebilseydi Ergenekon'a benzer bir davayı ve yapıyı o zaman görebilirdik.
Tabii. Başta Suriye. Nitekim Öcalan ve örgütün silahlı bir kısmı buradaydı. Yine Suriye bazı Aleviler üzerinde etkili olmak için bazı Alevi dedelerine maddi yardımda bulunuyordu. Ve bu Suriye ihtilaf içinde göründüğü İsrail'in derin yapısı ile bu konuda işbirliği içinde idi. Bu iki ülkenin derin yapıları hem Türkiye'de hem de Irak'ta birçok faaliyet yaptılar.
28 Şubat sürecinde İsrail'le imzalanan ve bizi onlara mahkum eden birçok anlaşma bugün teker teker tasfiye ediliyor. İşte bazı tatbikatların iptal edilmesi bundandır. Bugün ABD Türkiye'nin yanındadır. Çünkü ABD de İsrail'den bıkmış durumda ve şu anda ABD Türkiye'nin yanında. İsrail'in son dönemdeki çırpınışları bu yüzden. Bu nedenle İsrail bu dönemde Türkiye'yi içerden karıştırmak ya da PKK'yı kullanmak gibi yollara başvurabilir. Bu çok şaşırtıcı olmaz. İsrail'in sorunu şu, değişen dünyayı okuyamıyor ve şiddetle kendini ayakta tutacağını zannediyor.
İsrail, Türkiye'de laik-antilaik gerilimi varsa rahattır. Bu tartışma bittiği zaman İsrail için sorun başlamıştır. Nitekim son dönemde sıkça gündeme getirilen “Türkiye eksen değiştiriyor” söylemi İsrail odaklıdır. Şimdi Türkiye demokratikleştikçe, sivilleştikçe bölgede lider ülke olmaktadır ve İsrail bundan rahatsızdır. ABD de bu süreçte Türkiye'nin yanındadır. İsrail'in rahatsızlığının temel kaynağı budur.
28 Şubat'ın esas hedefi Erbakan ve yürüttüğü politikalardır. İsrail'in Türkiye'nin o dönem izlediği politikalardan rahatsız olması üzerine; İsrail'in yine Erbakan'dan rahatsız olan TSK içindeki derin yapı ile işbirliğinin bir sonucudur. Yani o dönem askerin içindeki cuntacılarla İsrail'in hedefleri kesiştiği için 28 Şubat askerin içindeki grubun eliyle yapıldı. Ancak daha sonra asker içinde 28 Şubat'ı yapanlar İsrail'e fazla angaje oldu özellikle Genelkurmay 2. Başkanı olan Çevik Bir, Batı Çalışma Grubu, Deniz Kuvvetleri Komutanı Deniz Erkaya'nın içinde bulunduğu ekip.
Evet. Hatta Çevik Bir'in dışarıya angaje olması ile ilgili olarak bu konuda eski Genelkurmay Başkanları'ndan Doğan Güreş şunları söylemiştir: “NATO bizden geçmişte da asker, subay vs. istediği zaman, kimin olacağını hep biz tayin ettik. Ama Somali Kumandanlığı için bizzat isim vererek Çevik Bir'i istediler. Bu nasıl iş.” Daha sonraki süreçte de Çevik Bir Genelkurmay 2. Başkanlığı'na kadar ilerledi.
28 Şubat'ta olanlar o yapını tezgahıydı. Ama bu gelişmeleri olduğundan daha büyük göstererek sayfalarına ve ekranlarına taşıyan “büyük basın”ı unutmamak lazım. Onlar bu yapıdan bağımsız değil.
Büyük basın bu derin yapının direkt emrindedir. Bu derin yapı, İsrail ve Alman derin yapılarının ürettiği bir organizasyondur. Sadece ilişkilere ve ortaklıklara bakın. Bugün büyük basının bir kısmına yüzde 25 ortak olan yapıyı kim yönetiyor, kimin emrinde.
Evet. Bu Alman şirketin İsrail ortaklığı var mıdır yok mudur? Buna bakmak lazımdır. Mesela bu Alman şirketinin ilk ilkesi İsrail yüksek çıkarlarının korunmasıdır. Bu anti-semitizm değildir. Bu bir zamanlar Ortadoğu'da ABD ve İngiltere'nin oynadığı rolü Almanya'nın üstlenmesidir. Ve Almanya'nın bu rolü AB içinde sürekli sorun yaratmaktadır. Alman istihbaratı bölgede çok etkilidir. Hatta Bugün Ergenekon Davası ile Alman istihbaratının bağlantıları olduğunu düşünüyorum.