|

Mühendisler 'kabuk' yaparsa mimaride yeni bir tarz deneriz

Kocatepe ve Şakirin Camileri ile tanınan Mimar Hüsrev Tayla, yeni bir cami üslubu oluşturmak için kabuk mimarisinden yola çıkılması gerektiğini düşünüyor. Tayla, “Kabuk sistemini çözmesini bilen mühendisler yetişmesi lazım. Ben binalarımı onları tahrik etmek için yapıyorum” diyor.

Emeti Saruhan
00:00 - 12/02/2012 Pazar
Güncelleme: 23:51 - 11/02/2012 Cumartesi
Yeni Şafak
Mühendisler 'kabuk' yaparsa mimaride  yeni bir tar
Mühendisler 'kabuk' yaparsa mimaride yeni bir tar

90 yaşın azmi ve bereketi

Mimar Hüsrev Tayla her ne kadar Kocatepe ve Şakirin Camiilerinin mimarı olarak tanınsa da, o yıllarca Anıtlar Yüksek Kurulu ve Vakıflar Müdürlüğü'nde görev yapmış, ülkemizin birçok tarihi eserinin rölövelerinin çıkarılması, korunması ve restore edilmelerinde çok emeği geçmiş bir isim. Bugün 90 yaşına yaklaşmasına rağmen çalışma azmi ve esprilerinden bir şey kaybetmeyen Tayla, ofis olarak da kullandığı evinde, ahşap kültür yapılarımızın yapı elemanlarını ele aldığı kitabı üzerine çalışıyor.

* * *
Bugüne kadar pek çok cami yaptınız. Cami sizin için ne ifade ediyor?

Cami adı cem etmekten yani toplanmaktan gelmekte ve bir şeyi değil, birçok şeyi ifade etmektedir. Birisi insanların yakın çevresinde, rahat namaz kılabilecekleri mekanların oluşması, ikincisi ve daha önemlisi, özellikle Cuma günleri, birbirini çoktandar görmemiş insanların biraraya gelip, hal hatır sormasını, halleşmesini imkan sağlamaktır. Elbette ki bir ibadet mekanı olarak, Türk kültürünün tanınmasında büyük hizmeti de inkar edilemez.

Ecdadın yaptığı camileri nasıl buluyorsunuz?

Ecdad olarak sayabileceğimiz kişilerin yaptığı camileri hayret ve zevkle seyrediyorum. Onlardan ders almaya çalışıyorum.

Geleneğimizin cami mimarisi anlayışını nasıl geliştirebiliriz?

Geleneğimizin cami anlayışını elbette geliştirmeliyiz. Ancak bu söylendiği kadar kolay değildir. Ya geleneğin mimarisini zenginleştirerek, büyük ustalar yetiştirerek ve günümüz mimarisinden ilaveler yaparak yapılabilir. Ya da o eski üslubun bütün özellikleri ile muhafaza ederek, yanısıra yeni bir üslup aramamız lazım. Ama bu nasıl bir şey olacaktır? Şimdiden söylemek çok zor. Ancak öyle düşünebiliriz. Bugün Batı'da gerek sivil gerek dini yapılarda yeni bir takım hamleler yapılmaya başlamıştır. Bizim de çaba sarf etmemiz lazım.

KABUK YAPAMIYORUZ

Ne gibi hamleler?

Mesela elimizde Batı'nın kullandığı “kabuk” diye bir çatı örtüsü var. Bu tip kabuk yapıları, yalnız ince bir örtü şeklindedir. Taşıyıcı da taşıyan da kendisidir. Ne ayak ne de kemer kullanılır. Türkiye'de henüz mühendislerimiz - hocalarımız dahil - ayaksız bir kabuk nasıl yapılır, bize göstermediler. Ben öteden beri hep günümüz mimarisi nasıl olmalı diye düşünmekteydim ve üç küçük camide bu konuda örnek verdim. Bu üç camide de sanki bilmiyormuşum gibi 4 ayak ve 4 kemer kullandım. Çünkü mühendis olmadığım için o kabuğun nasıl taşınacağını halletmem mümkün değil. Ben onları tahrik etmek için yapıyorum. Ancak kabuk şeklinde ince bir örtüyle büyük mekanların örtülebileceğinin ifade etmeye çalışıyorum. Bu çok az ayaklı çok az kemerli binada birtakım yenilikler bulmaya çalışıyorum. Birinci cami Tarsus Adana arasında bir otomobil fabrikasının yanındaydı. İnşaatın yarısında mal sahipleri binayı satarak İstanbul'a döndüler. Devamı gelmedi. Yarım inşaat olarak kaldı. İkincisi İstoç Yeni Cami. Üçüncüsü ise Şakirin Camii.

Sanat tarihçisi Oktay Aslanapa geleneği devam ettirecek mimar, sanatkarlar yetişmediği için kendimize has bir mimari oluşturamadığımızı söylüyor. Mimar Sinan'ı aşmamız mümkün değil diyor. Siz ne düşünü-yorsunuz bu konuda?

Ben de aynını düşünüyorum ama bu sorun yalnızca mimarlık bilgisiyle çözülemez. Mühendisler kabuk yapmasını öğrenirlerse, mimarlar buna çoktan hazırdır. Elbette iş kabukla bitmez. Ama bu bizi başka ufuklara götürür.

Kocatepe modern cami sayılır mı? Kocatepe'de bambaşka şeyler yaptım diyorsunuz. Neler yaptınız cami formunda farklı olarak?

Kocatepe Camii'sini üslup olarak modern cami görmüyorum. Teknik modernlik ise yapı sisteminden geliyor. Yani açık ifadesiyle tuğla taş inşaatı olarak değil, tamamiyle betonarme olarak yapılmasından geliyor. Bu hem ekonomik hem zaman açısından kazanç sağlayan bir sistem. Ancak yeni bir üslup getirebilmek için önceden de bahsettiğim gibi en başta kabuk sistemini çözmesini bilen mühendisler yetişmesi lazım. Biz Kocatepe'de klasik üsluptan dışarı çıkmadık. Zaten yarışma koşulları içinde caminin klasik üslupta yapılması şartı vardı. Ancak bizim uzman mimarlarımız, bana taş atmak istedikleri zaman, kopya yaptın diyorlar. Kopya başka bir şeydir. Bir üslup, bir ekol içinde yapmak başka bir şeydir. Bunu anlamak istemiyorlar.

AHŞAP YAPILARIMIZI KORUMALIYIZ

Yapımı neden uzun sürdü?

Bu tip projeler oldukça pahalı çıkan eserlerdir. Bu yapı için gerekli parayı vakıf toparlayamamış olabilir. Yani finansman sorunları vardı.

Kapsamlı bir mimarlık ansiklopedisi yazıyormuşsunuz. Ne durumda?

Türkiye'de mimarlık tarihini yazan kişiler camiler, medrese-ler, eski eserler ve diğer devlet yapıları üzerine durur. O eserler elbette ki çok kıymetlidir. Ancak en az camiler kadar sivil yapılar da mimarlık tarihimizin gözbebekleri ve değer biçilmez eserleridir. Bunlar daha çok şahıs ellerinde ve ahşap olduğu için kolayca tahrip edil-meye ve bir zaman sonra yok olmaya mahkum olur. Çünkü sahipleri modaya göre yıkıp yapmaya me-raklıdır. Devletçe korunan diğer ahşap cami vb. ise yine dış etkilerin tesirinde kalmakla beraber ve bizim devletin ihmalkarlığına rağmen daha çok yaşama şansına sahip. Benim yazmaya çalıştığım kitap ise bir ansiklopedi değil. Amacım Türk evini anlatmak ve örneklemekti. Eğer biz daha çok ahşap olan kültür yapılarını korumazsak bir süre sonra mağara insanları gibi yaşamış sayılabiliriz. Ben kitabımda ansiklopedik bilgi değil, Türk evinin özellikleri ve mimari yapı elemanlarını anlatmaya çalışıyorum. Yazmış olduğum ilk iki cildi bitirdikten sonra tekrar ele aldığımda birçok yapı elemanını atladığımın ve zenginliğini göstermekten aciz kaldığımın farkına vardım. Kitabın bundan sonraki bölümüne başlarken, özür dileyerek, eksik bıraktıklarımı tamamlamaya çalışacağım.


Bütün Batı Anadolu'daki, eski eserler ve müzelere bağlı taşınmaz eski eserlerin restorasyonundan sorumluydunuz. Hangi yapıları restore ettiniz ya da ettirdiniz?

1952 yılında Vakıflar İstanbul Bölge Müdürü olarak, Bursa ve Edirne'deki Vakıflar Bölge Müdürlüğü'ne bağlı bütün geleneksel yapıların, İstanbul'da Fatih Bölgesi ve diğer bölgelerde bazı eserlerin rölöve, keşif ve restorasyon kontrollüklerini yaptım. 1957'den 1969'a kadar müteahhit olarak yine Bursa, Edirne ve İstanbul'da çeşitli proje ve restorasyon onarımlarını üstlendim. 1971'de İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğü'ne atandım. Bulgaristan ve Yunanistan hududundan Mersin, Eskişehir ve Bolu'ya kadar Anadolu'nun yarısından çoğunda tespit ve restorasyonlarından sorumluydum. Bu restorasyonlar arasında Sultanahmet'teki İbrahim Paşa Sarayı da vardı. Ayrıca bu süreçte Edirne'den Kars'a kadar, binlerce fotoğraf çekme şansına sahip olmuş durumdayım. Ve bugün yazmaya çalıştığım kitapta bu değerleri kullanmak istiyorum.

Bugün yapılan tarihi eser restorasyonlarını nasıl buluyorsunuz? Usulüne uygun yapılıyor mu?

Maalesef eskisi kadar gezme şansım olmamasına rağmen, çok nadir olarak usulüne uygun yapılan esere rastlıyorum. Çünkü bu iş, bir ticaret işi haline geldi. Ne ihale edenler ne de ihaleyi alanlar, bir restoratör kafasında değiller ve öyle çalışmıyorlar. “Onarım” adı altında yapıyorlar çalışmalarını. Halbuki onarımla, restorasyon kelimesi arasında inanılmayacak kadar farklar var. Restorasyon, elden geldiği kadar orijinal özelliklerinin tamamını koruyarak ya da belgelerini bularak, ona göre yapmaktır. Onarım ise orayı kullanmak amacıyla ve daha az emek ve heves sarf ederek yapılan bir işlemdir. Ve restorasyonun muhakkak restorasyon tecrübesi olan kişiler tarafından ya da onların yönetiminde yapılması gerekir. Yani proje yapmakla iş bitmiyor.

Prof. Albert Gabriel'le birlikte çalışıp Bursa kitabı için, Bursa'daki tarihi eserlerin rölövelerini çıkarmışsınız. Gabriel'den ve çalışmalarından biraz bahseder misiniz?

Prof. Albert Gabriel yabancı mimar ve eski eser uzmanları arasında Türk eserleri ile meşgul olan en büyük uzmanlardan biriydi. Türkiye'ye çok hizmet vermiş bir kişiydi. Onunla birlikte Selâtin Camileri ve türbeleri ile Çekirge'deki hamamlar hariç olmak üzere, Bursa'daki tüm camilerin, hamamların, bedesten ve hanların detaylı ölçülmüş rölövelerini yaptım.


Bir başka adınızla anılan ama tartışılan proje Şakirin Camii. Siz bir safhadan sonra projeden neden çekildiniz?

Kabuk konusunda örnek verdiğim İstoç Yeni Cami yapılırken, Karacaahmet'te bir cami yapılması söz konusu oldu ve beni çağırdılar. Bu camiyi çok önemsedim çünkü Karacaahmet en büyük ve bilinen mezarlıklarımızdan bir tanesi. Konuştuk anlaştık. Finansman, Şakirin ailesi tarafından sağlanıyordu. Semiha Şakir Hanımefendi, zaten çok yardımsever biriydi. Kocasının ölümünden sonra Türkiye'ye gelip çok büyük hayır işlerine yatırım yapmış. Çocukları da aynı anlayış içindeydi. Dolayısıyla caminin finansmanı açısından içim rahattı. İnşaatın kontrolünde ise Fatih ve Şeref Kesgün'le ortaklık yaptım. Bir müddet sonra benden habersiz olarak devreye Semiha Şakir Hanımefendi'nin yeğeni Zeynep Fadıllıoğlu girdi. İç mimar olarak. Cami anlayışına ve benim tasarımıma uygun olmayan müdahalelerde bulunmaya başladı. Ben bunun üzerine ruhsatımı Fatih Kesgün'e devrettim. Ben bıraktıktan sonra mimari proje deforme edildi.

Hangi noktalarda deforme söz konusu?

Binanın mimarisine müdahale edilen noktalar oldu. Ayrıca içindeki süslemelerde lüzumundan fazla abartı yapıldı. Şöyle örnek vereyim. Camilerde üç tane çok önemli simge vardır. Biri mimber, biri mihrap, biri de vaiz kürsüsüdür. Mimber benim de çok hoşuma gitti. Fakat mihrap çok acaip olmuş. Anlamı değişmiş. Vaiz kürsüsü de küçük bir şey olmuş. Bir de, benim yaptığım caminin saçağı var. Bu saçağın yapımında benim vermek istediğim espri kaybettirilmiş. Benim istemediğim bir tarz olmuş. Saçak adeta ortadan kaldırılmış. Bizim camilerimiz hep zaman süslü olmuştur ancak süsler edep dahilindedir. Bütün ustalık da burdadır. Burada edebin üstüne çıkılmıştır, eğlence merkezi mi, cami mi anlaşılmamaktadır. Ben bu azaba daha fazla katlanmamak için çekildim.


Çocukluğunuz nasıl bir ortamda geçti? Mimari yapılara ilgi duyar mıydınız?

Bursa doğumluyum. Aşağı yukarı lise sonuna kadar Bursa'da yaşadım. Ben altısı yaşayan, dokuz kardeşin sonuncusuydum. Bu sebeple de kendimi tanımaya başladığım zamanda babam epey yaşlıydı. Onu çok severdim. Evimiz Ulucami ve Çarşı'ya çok yakındı. Babam öğleden evden çıkar, Önce Ulucami'ye gider namazını kılar, sonra kahveye giderdi. Hoşsohbet bir insandı. Etrafında hep 8-10 kişi toplanırdı. Ben de bazen gidip sohbetlerini dinlerdim. Çocukluğumdan itibaren eski eserlere karşı bir sevgi duyardım. Bunun sebebi belki de Ulucami, babamı görmek için gittiğim Kapalıçarşı, Orhan Cami ve diğer anıtlarla çevrili bir ortamda bulunmamdı.

Mimarlık hayatınıza nasıl girdi?

O yaşlarda resme meraklıydım. Hocalarım baştan beri benim Güzel Sanatlar Akademisi'ne gitmemi isterlerdi. Ama akademiden mezun olmuş olan mimar bir akrabam, sana resim yetmez mimariye gitmen lazım dedi. Benzer tavsiyelerle ve merakım sonucunda kendime hedef olarak tek okul seçtim. İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi. Orada bir taraftan mimarlık tahsil ederken bir taraftan resim yapmaya devam ediyordum. Çalışma hayatına başladığım ilk yıllarda, bir yandan da İstanbul Üniversitesi'nde sanat tarihi bölümüne devam ettim.

ESERLERİ BELLİ ÖLÇÜDE KORUYABİLDİK

Uzun süre Anıtlar Kurulu'nda görev yaptınız. Ne gibi çalışmalarda bulundunuz?

1973 yılında Gayrı Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu'na atandım ve 1983'te kurulun kapatıldığı güne kadar hizmet ettim. Kurulda Türkiye'nin en seçkin mimar ve eski eser uzmanı olan hocalarla bir arada, ortak bir heyecanla ve sanki ağız birliği etmiş gibi çalışıyorduk. Hatta sonradan basına verdiği röportajlarda bana taş atan Doğan Kuban da bunlardan biriydi. Ben bir taraftan da üniversitede ve bakanlıktaki çalışmalarımla, cami ve eski eser rölöveleri yapıyordum. Tabii bütün Türkiye için bir tek Anıtlar Yüksek Kurulu olması yeterli olamıyor ve yetişemiyorduk. Özellikle uzak illere. Ama ben işim gereği tüm Anadolu'da eserlerin peşinde koşmaya devam ediyordum.

Ülkemizin tarihi dokusunu korumak için yıllarca mücadele ettiniz, koruyabildik mi?

Elbette ki istediğimiz ölçüde koruma yapmak mümkün olamıyor ama biz o zaman, o çabaları göstermeseydik çok önemli eserlerin bile zayi olduğunu görebilirdik. Bu çabayı benim tek başına yapmam da mümkün değildi. Sonradan birtakım derneklerle çalışmaları genişletmeye çalıştık ama çok ciddi bir kuruluş meydana getiremedik.

Boğaz'ın en eski Türk evi Amcazade Yalısı'yla ilgili çalışmalarınız da olmuş. Biraz bahseder misiniz?

O kırmızı yalıcığı İstanbul'a ilk geldiğim günden itibaren sevgiyle uzaktan seyrettim. Ama ilk gördüğüm günden itibaren de çok harap durumdaydı. İsmini biliyordum. Köprülü Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı. Belki eşimin ailesinin de Köprülüler'den gelmiş olması ve genç kızlık soyadının Köprülü olmuş olması beni etkilemiş olabilir. Bu yalıya sıra gelmeden çok evvel, onun karşısına rastlayan Yeniköy'de, Burhaneddin Efendi Yalısı'nı restore etmek bana kısmet oldu. Çok şükür aradan yıllar geçtikten sonra bu yalıyı kurtarmak şansı doğdu ve bir teklifle karşılaştım. Büyük zevkle kabul ettim. Ancak bu zevkim çok uzun sürmedi. Biz çalışmalarımızı yaptık. Ama her zamanki gibi, bir takım müdahaleler ve menfaat çelişkileri yüzünden bu konuyu tamamlamak şansımız kayboldu. Tekrar kısmet olur mu bilmiyorum. Ama komple vaziyet planı ve 1/50 projelerin bir kısmını yaptığımızın bilinmesini isterim.






12 yıl önce