|

AB projesi 21. Yüzyıl'a taşınamadı

Avrupa’da yükselen aşırı sağı anlamak için rehber niteliğindeki “Avrupa Benim” kitabının yazarı Zeynep Atikkan, Avrupa Birliği projesinin kendi içinde barışı tesis ettiği için 20. Yüzyıl’da başarılı olduğunu, ancak bu projenin 21. Yüzyıl’a geçmekte zorlandığını söyledi. Aşırı sağ partileri “siyasi müteşebbis” diye niteleyen Atikkan, “Endişeleri siyasi sermaye olarak kullanıyorlar” dedi.

Yeni Şafak
04:00 - 31/01/2015 Cumartesi
Güncelleme: 22:04 - 30/01/2015 Cuma
Yeni Şafak
FOTOĞRAFLAR: SEDAT ÖZKÖMEÇ
FOTOĞRAFLAR: SEDAT ÖZKÖMEÇ
“Avrupa benim, yani benim kültürüm, benim değerlerim, benim kimliğim. Ya da “Avrupa benim, sana ait değil.” Bir süredir Avrupa’nın başka kültürlerden vatandaşlarına söylediği bu. 

Bu satırları içeren Zeynep Atikkan’ın “Avrupa Benim” kitabı özellikle bugünlerde daha çok önem kazandı. Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, göçmenlere karşı değişen tutum ve son Charlie Hebdo saldırısı ile ortaya çıkan İslam-Hristiyanlık dinlerinin kültürel karşıtlığı üzerine konuşmak için en iyi isimlerden birisi Zeynep Atikkan’dı. Kitabında Avrupa’da son günlerde iyice belirginleşen olayların temel sebeplerini anlatıyordu. ‘Avrupa Benim’, son zamanlarda Avrupa’da olan biteni doğru anlamak için gerçek bir rehber niteliğinde. Kitabın özü, aşırı sağın kullandığı söylemin merkezi nasıl etkilediğine ve çatışma dilini nasıl normalleştirdiğine ışık tutması. Kitabı okuyunca Charlie Hebdo saldırısından Pegida hareketine kadar pek çok olayın tesadüfü olmadığını görüyorsunuz. 

Sizi yeni Avrupa’yı araştırmaya sevk eden sebep neydi? Neden Avrupa sağının yükselişi üzerine bir kitap yazdınız? 

2006 yılında yayımlanan 'Blog’dan Al Haberi' adlı kitabın araştırmasını yaparken beyaz adamın üstünlüğünü savunan neo-nasyonal, neo-ırkçı bloglar ve internet sitelerini takibe aldım. Buradaki söylem şaşırtıcı ve dehşet verici idi. Amerika’dan Avrupa’ya uzanan, şimdilerde Avustralya ve Kanada’yı da kapsayan geniş bir ağ bu. Norveç’te 77 kişiyi öldüren Anders Breivik’in de bu blogların yakın takipçisi olduğu sonradan ortaya çıktı. Nedense aşırı sağın yükselmesi merkez medyaya yansımıyordu. Ortada tehlikeli gidişat vardı. Bir araştırmacı olarak bu süreci anlamaya çalıştım. 

SOKAKTA DAHA KOLAY İFADE EDİYORLAR

Ne gördünüz orada? 

Benim açımdan ilginç olan aşırı sağın özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde yükselmesiydi. Bu nedenle araştırmama Kuzey Avrupa’dan, insan haklarının ve sosyal demokrasinin en gelişmiş olduğu ülkelerden, İskandinavya’dan başladım. Aşırı sağın hızla geliştiği ve etkili olduğu ülkelerin başında Danimarka var. Danimarka, İsveç kadar göç almaya alışkın bir ülke değil. Zaten aşırı sağcı Danimarka Halk Partisi’nin önde gelen isimleri “göç alarak İsveç gibi olmak istemiyoruz’’ sloganını kullanıyorlar. Araştırmam Hollanda, Fransa, İtalya, İngiltere ve Avusturya’da devam etti. Kısaca Batı Avrupa’ya ağırlık verdim. Almanya’da ise tarihsel nedenlerden aşırı sağ partiler boy atamadı. Belki de bu nedenle aşırı sağ hareketler kendilerini sokakta daha kolay ifade edebiliyorlar. 2014’ün sonunda Pegida’nın yükselişi bugün Almanya’da Hıristiyan Demokratlar’ın daha sağında bir hareketlenmenin olduğunu ortaya koyuyor. Bu da yeni bir gelişme. 

AVRUPA BAŞROLÜNÜ KAYBETTİ

Avrupa’nın değişiminde tek etkili faktör göç mü? 

Elbette ki değil. Önce ekonomik nedenler üzerinde durmak gerekli. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Avrupa’nın ekonomik ve sosyal düzeni 80’lerde neo-liberalizm fırtınasına tutuldu. Küreselleşme ekonomide rekabetin koşullarını yeniden belirlerken Avrupa’nın imalat sanayii Asya’nın ucuz işçiliğiyle rekabete zorlandı. Bu süreçte teknolojik yayılmanın hızlanması Çin ve Hindistan gibi yeni rakip ekonomiler yarattı. Avrupa, sanayi devriminden itibaren elde ettiği üretimde ve yaratıcılıktaki başrolünü kaybetmeye başladı. Bu arada kalıcıymış izlenimi veren işsizlik de artıyordu. Avrupa’nın neredeyse bir markası haline gelen sosyal refah devletini ayakta tutmak zorlaşıyordu. Bunlar ciddi travmalardı. Bütün bu olumsuzluklar yaşlanan nüfus sorunuyla daha da pekişti.  

BUGÜN BİR 'BUGÜN' KRİZİ VAR

Eski Avrupa nerede kaldı? 

Ben Avrupa projesine inanan birisiyim. Avrupa’nın yumuşak gücünün dünyada barışın tesisine ve demokrasinin ilerlemesine katkıda bulunacağına inanıyorum. Avrupa Birliği projesi 20. Yüzyıl’da başarılı oldu. Çünkü kendi içinde barışı tesis etti. Demokratik kurumların derinleşmesini sağladı. Ancak bu projenin 21. Yüzyıl’a geçmekte zorlandığını düşünüyorum. Çağımızın problemleri geçtiğimiz yüzyılınkilerden çok farklı. Göçmen realitesi, göçmenlerin büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve bunlarla beraber yaşamak noktasındaki sıkıntılar. Avrupa’da nüfusun yaşlanması, göçmen ihtiyacı ve daha bir dizi sorun. Fransa’nın önde gelen düşünürlerinden Edgar Morin bu sıkıntıları şu çarpıcı sözlerle ifade ediyor: ‘’Bugün bir, ‘bugün’ krizi var. Bugünün zorluklarının yarattığı kaygı, geleceğe güvenle bakamama ve umutsuzluk, bizleri hayali kökler aramaya itiyor.’’ Avrupa hayali köklerle mi uğraşacak yoksa bünyesindeki çoğulluğu ahenkli bir dengeye mi oturtacak? Beni bu soru ilgilendiriyor. Sorunları kolay çözüleceğini sanmıyorum, hele de günümüzde ekonomik zorluklar bu kadar derinleşmişken.  

Birlikte yaşama kültürü nereye gitti? 

Bugün yeni bir noktadayız. Örneğin Fransa’da banliyö gençliğinin yüzde 40’ı işsiz, toplumun dışına itilmiş, umudu yok. Banliyölere büyük bir öfke hakim. Olivier Roy bunlar Avrupa’nın meselesi derken şunu söylüyor; İslam’ı kullanarak radikalleşiyorlar ama Avrupa’daki Müslümanlar Filistin davasına sahip çıkarak eylem yapmıyorlar. Fransa’daki bir olaya ilişkin eylem yapıyorlar. Birlikte yaşamaktan söz ederken bugün nasıl yeni konsensüsler geliştirilebileceğini düşünmek lazım. Kimlik siyasetinin bir çözüm olmadığı ortada.  

Kültürler eşittir ama aynı değildir

Kitabınızda merkez partilerin ataletinden aşırı sağın yararlandığını söylüyorsunuz. Aşırı sağ nasıl sahneye çıktı?  

Bunun ideolojik bir altyapısı var. Fransa’da ‘Yeni Sağ’ adı verilen bir düşünce akımı, aşırı sağı faşizm mirasından arındırıp yeni bir dil ve meşruiyet yaratma çabasına girdiler. Aslında Yeni Sağ’ın ideologları daha 70’lerin başında bu faaliyete başlamışlardı. Yeni Sağ, kimlik ve kültür eksenli siyasetin kuramcılığına soyundu. Bu faaliyet aktif bir dergicilik çabasıyla sürdü. 

Ne diyorlardı? 

Özetle “Kültürler eşittir ama aynı değildir” diyorlardı. “Avrupa dışından gelen kültürler oldukları yerde gelişmelidirler. Çünkü birbirleriyle kaynaşamazlar, kültürler karışırsa yok olabilirler” temaları hakimdi. Bu yorum muhafazakar bir çerçevede sunuluyor, aile değerleri, kültürel değerler, düzen, otorite gibi kavramlar ön plana çıkıyordu.   

ONLAR SİYASİ MÜTEŞEBBİS

Batı Avrupa’da sahneye çıkan yeni partiler neyi savunuyordu? 

90’larda siyaset sahnesinde boy atan aşırı sağ partiler yeni bir şey söylemiyorlardı. Onlara siyasi müteşebbis demek daha doğru olur. Kısaca, halkın endişelerini ve korkularını siyasi sermaye olarak kullandılar. 90’lı yıllarda Afrika, Balkanlar ve Ortadoğu’dan çok sayıda göçmen Avrupa ülkelerine gelmişti. Büyük bir sığınmacı akını olmuştu. Aşırı sağ partiler, hükümetlerin laçka göçmen politikaları yüzünden gerçek Avrupalının hayat şartlarının zorlaştığını iddia ettiler. Göçmenler yüzünden refah devletinin çöktüğünü her fırsatta anlattılar. Ve kültürler arası doku tutmazlığı temasını siyaset diline taşıdılar. Müslümanlara karşı Avrupa kimliği ve değerlerini tanımlıyorlardı. Bu, günlük siyaset diline yerleşti. Bu partiler, Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda açık sözlü davranıyorlardı. Kestirmeden ‘’Türkiye AB’ye giremez, Türkiye Avrupalı değil’’ diyorlardı. Kendilerini radikal merkez diye tanımlayan aşırı sağ partilerin ne kadar merkez oldukları tartışılır. Ancak merkezdeki siyaseti radikalleştirdikleri bir gerçek.

MÜSLÜMANLAR CAMİALAŞTIRILDI

Avrupa toplumunda Müslümanlara nasıl bakılıyor? 

Son günlerde Fransa örneği önem kazandı. Fransa’nın prizmasından bakarsak, Araplar önce Tunuslu, Faslı, Cezayirli olarak görülürdü. 80’lerden itibaren giderek Müslüman olgusu ön plana çıktı ve toplumsal algılamada Müslümanlar camialaştı. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra İslam’la Batı arasında uygarlık çatışmasından söz edilir oldu. Başörtüsü meselesi bu dönemde gündeme oturdu. 11 Eylül’den sonra Müslümanlar terörizmle özdeşleşti.

Fransa kan kaybediyor

Charlie Hebdo'ya yönelik saldırı Fransa özelinde hangi sonuçları doğurur?  

Diğer Avrupa ülkelerine kıyasla Fransa’nın demografik sağlığı yerinde; nüfusu diğer Avrupa ülkelerine göre daha genç. Buna rağmen Fransa kimlik meselesini en çok tartışan ülkelerden biri. Nicolas Sarkozy kimlik bakanlığı kurmuştu. 90’lı yıllardan itibaren Fransa’da yayımlanan kitapların başlıklarına şöyle bir göz atın. ‘’Fransa düşüyor, geri kayıyor’’ gibi alarmist başlıklar görürsünüz. Toplumda ciddi travmalar yaratan görüşler bunlar. Fransa, kültürünü ihraç etmeye alışmış bir ülke. Son yıllarda entelektüel üstünlüğünü kaybetmeye başladı. Bundan sonra daha canlı bir tartışma ortamı oluşabilecek mi? Bunu yaşayarak göreceğiz.   

Avrupa’da farklı düşünenler yok mu? 

Elbette var. Avrupa’da çok çeşitli sesler duymak mümkün. Örneğin araştırmalarımı yaparken Danimarkalı antropolog Peter Hervik’le, 2005 yılında Danimarka’da ortaya çıkan karikatür krizini konuştum. Hervik’in karikatür krizi konusundaki çalışmaları çok önemli. Bana, karikatürleri yayımlayan Jyllands-Posten gazetesinin uzun süredir Müslümanları ötekileştirici bir yayın politikası izlediğini söyledi. Zaten gazetenin genel yayın yönetmeni de “Müslümanların tepkisini test etmek için karikatürleri yayımladık” dedi. Araştırmalarım esnasında meseleye titizlikle yaklaşan Avrupalı akademisyenlere rastladım. Onların seslerinin yeterince duyulmuyor olması var olmadıkları anlamına gelmemeli. 

Türkiye Avrupa’da aktif olmalı

Türkiye olayların neresinde? 

AB’ye aday Türkiye’nin bu konuda önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Bu rolün öneminin farkında mı? Bu noktada endişelerim var. Kanaatimce AB ile ilişkiler hiçbir zaman gereken ciddiyetle ele alınmadı. Ne dün ne de bugün. AK Parti hükümetinin İslam geçmişi, belki bazı sorunların, hassasiyetlerin anlaşılmasında etkili ve aydınlatıcı olabilirdi. Hükümetin Charlie Hebdo olayı yönetim biçimini talihsiz buldum. Hükümet meseleyi İslamofobiye bağlayıp kestirip attı. Oysa daha ayırımlı bir analiz gerekirdi. Osmanlı’dan bu yana bir Avrupa gücü olan Türkiye’nin Avrupa meselelerinde aktif olması gerekir. Bunu yapabilmek için yeterli birikime sahip olduğu kanaatindeyim. Avrupa konusu artık Türkiye’de konuşulmuyor. Avrupa’da da Türkiye’nin üyeliği gündemde değil. Oysa Avrupa projesi 21. Yüzyıl’ı taşıyabilecek mi sorusunun pek çok yanıtından biri de Türkiye-AB ilişkilerinin seyri ile irtibatlı. Bu noktada kararlı ve cesur olmak gerekli.

ANTİSEMİTİZM DE YÜKSELİYOR

Peki Avrupa’da İslam karşıtlığı mı din karşıtlığı mı yükseliyor? 

Sadece İslam karşıtlığı değil. Anti -semitizm de yükseliyor. Avrupa kendini Yahudi-Hristiyan kültürü içinde tanımlarken bunu yapıyor.  

Müslümanlar devlet kademelerinde varlık gösterebiliyor mu? Yabancı evliliklerin sayısı nasıl? 

Fransa’da Müslümanlarla evlenenlerin sayısı Almanya’ya göre daha fazla. Polis teşkilatında ve jandarmada Müslümanlar var. Yerel yönetimlere seçiliyorlar. Avrupa değişiyor, artık çoğunluk değil çoğulluk realitesi var.

Entegrasyon çıkar mı?

Entegrasyon yerine Avrupa’da çoğulluk nasıl bir arada barınacak sorusunu sormak gerekli. Bugünün sorunlarına dünün yaklaşımlarıyla çözüm bulunmaz. Avrupa değişiyor, artık çoğunluk değil çoğulluk realitesi var. Yeni talepler var. İktidarın yeni aktörler tarafından paylaşımı meselesi var. Fransa Başbakanı Valls, Charlie Hebdo saldırısından sonra sosyal, etnik ve bölgesel ayırımcılıktan söz etti. Bu sözleri yakın zamana kadar duymak mümkün değildi. Dolayısıyla kolay olmayan yeni bir süreç başlıyor.

Uyum tartışmasının siyasi getirisi var

İslamofobi tanımlaması doğru mu? 

Olaya Hristiyan-İslam çatışması olarak bakmak doğru mu bilmiyorum. Bunu isteyen kesimler var. Aşırı sağ da bu çatışma ortamından medet umuyor. Charlie Hebdo olayından sonra bu görüş yeniden gündeme geldi. Hem de çok daha vurucu bir lisanla. Avrupa’da Hristiyanlık din değil kültür olarak var, Avrupalı kiliseye gitmiyor. Bu arada Hristiyan sağ bugüne kadar olmadığı ölçüde aydınlanma değerlerine sahip çıkıyor. Yakın zamana kadar düşünülmeyecek ittifaklar ortaya çıkıyor. Mesela feminist gruplar ve 68 kuşağına mensup bazı aydınlar, popülist sağın temalarını savunuyorlar. Feministler, ‘’Uğruna mücadele ettiğimiz kadın hakları Müslümanlar yüzünden yok oluyor’’ diyorlar. Marine Le Pen de aynı şeyleri söylüyor. Bu arada aşırı sağ partiler, sosyal demokratların projesi olan refah devletini sahipleniyorlar. Akla gelmedik gruplar olmadık ittifaklara giriyor. Bu Müslümanlara yönelik bir cepheleşme mi? İslamofobinin tetiklediği bir dalga mı? İşin bu yönü var elbette. Ancak şiddet eylemlerini sadece İslamofobi ile izah etmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Kimlik siyasetinden medet umulan bir ortamda kültürlerin uyumsuzluğunu öne çıkarmanın siyasi bir getirisi var elbette. 

Avrupa kimliği sizin araştırmanızda nasıl tanımlanıyor? 

Araştırmalarımda AB nedir sorusunu kampüslerde öğrencilere sordum. Büyük çoğunluk AB’yi bir barış projesi olarak tanımladı. Avrupa kimliği nedir diye sorduğumda ise Aydınlanma değerleri, Hrıstiyan değerler ön plana çıkıyordu. “Kültürümüz elden gidiyor, tehdit var” algısının gençler arasında da yaygın olduğunu gördüm. Demografiye dayanan analizler özellikle kriz dönemlerinde çok etkili oluyor. 
#Zeynep Atikkan
#Avrupa
#Avrupa Benim
9 yıl önce
default-profile-img