Bilme eylemi nereden başlar?Çoğumuz geleceği merak ederiz ama geleceğin net bilgisi yoktur elimizde. Fakat bugüne ve geleceğe tesir eden bilgi mazide yoğunlaşmaktadır. Buna rağmen çok az insan geçmişin bilgisine ve dolayısıyla tecrübesine ilgi duyar. Tarih bir ölüler mezarlığı değildir, tarih geleceğe tesir eder…
Maziyi bilmek, mazideki hali, tavrı, oluşları, duruşları, kavgaları, yenilgileri, zaferleri, fikirleri, savrulmaları hasılı yaşanmışlıkları bütün boyutlarıyla bilme eylemi kendi dönemini iyi yaşama ve sonrasına pozitif tesir etme imkanı veriyor.
Mazinin bilgisi insanlığın bilgisidir, bir yönüyle de bizim bilgimizdir. Mazi geçmişin bilgisi değildir sadece. Hayat devam ediyor, bir yanımız mazide, bir yanımız atide. İkisi arasında “bu an” var. Hakkını vererek yaşanmayı bekliyor..
İnsan bildiği kadar huzurludur ve insan bildiği kadar güvendedir.
İnsan bilmediğinin düşmanıdır derler ya, insan anlamadığının da düşmanıdır. Anlamak için bilmek şart…
Yapacağımız en güzel şey, konuşmak. Herkesle ve her zaman dilimi ile konuşmak, anlamak için konuşmak.
Altan Öymen ile maziden çıktık yola...
İnsanların eşit haklara sahip olarak doğduğu ilkesine inanırım…
Çok şey etkiledi. Somut örnek vereyim. Ankara'da Ulus gazetesinde mesleğe başladım. Gazeteden çıktığımda karşı duvarın dibinde bir çocuğun dilendiğini görürdüm. Beni çok etkilerdi. Yardım etmeye çalışırdım. Bir yandan da öteki yüzlerce, binlerce çocuk gelirdi aklıma. Hadi bunu kurtardık, ötekiler ne olacak? Hiç kimsenin o duruma düşmemesini sağlamak gerekli… Onu sistemli bir şekilde düşünenler soldaydı…
Babamla her şeyi konuşurdum. Küçük yaştayken de büyük adam muamelesi yapardı. Beni dinlerdi. Herhalde ondan da etkilenmişimdir.
Galiba lise yıllarında… Nazım'ın şiirleri de etkili oldu, Sabahattin Ali'nin öldürülmesi de. Türkiye'de ve dünyada insanın kendini solda hissetmesi için sebep çok.
Dinimi annemden öğrendim. Elbette etkilendim. Dediğiniz gibi, ikisi arasında çelişki yok. Ama siyasal hayatta toplumsal sorunlara çözümler aramak, siyasetin işi…
Türkiye'deki en önemli değişiklik CHP'nin 27 yıllık iktidarının bitmesi, yerine 1946'da kurulmuş yeni bir partinin gelmesidir.
CHP'nin yanlışları da vardır ama asıl olan 27 yıllık iktidara tepkiydi.
Birçok sebep bir araya geldi. Bir tanesi bıkkınlıktır. Aynı insanlar iktidardaydı, milletvekilleri de pek değişmezdi. Ayrıca CHP politikalarından rahatsız olan kesimler vardı.
DP'nin dört kurucusu vardı. Celal Bayar CHP'nin başbakanlarından biriydi, Adnan Menderes bütçe komisyonu üyesiydi, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan CHP'nin kıdemli milletvekiliydi. Onların da tek parti döneminden kalma alışkanlıkları vardı.
İktidar ne istiyorsa onu yapabilir mantığı…
Demokratikleşme sürecinin en önemli aşamasıdır. Bu 1943'te başlıyor. CHP eleştirilmeye başlanıyor. 45'te partilerin kurulmasına imkan veriliyor. Ocak 1946'da DP kuruluyor. O tarihte güven verici bir seçim kanunu yoktu, 46 seçimi tartışmalı bir seçim olarak kaldı. Muhalefet partisinin ısrarı üzerine 1950'de iki partinin de bir araya gelmesiyle seçim kanunu tekrar değiştirildi. O yıl güvenli bir seçim yapıldı.
İktidardan gideceğini beklemiyordu. Hayal kırıklığı oldu. DP'liler için de iktidara gelmek sürpriz oldu, bu kadarını onlar da beklemiyordu. CHP'nin iktidardan gitmeyi hazmetmesi zaman aldı… İki taraf da tek parti dönemine alışmışlardı, muhalefet kendini hâlâ iktidarda, iktidar da muhalefette zannediyordu.
DP bürokraside hemen değişikliğe gitti. Ordunun üst kademesi, valiler, yüksek bürokratlar hepsi değiştirildi… Birçok yerde yerel düzeydeki küçük memurlar da…
DP iktidara geldiğinde CHP'nin yayın organı gazetede çalışıyordum. Ulus gazetesinde… DP'nin Atatürk devrimlerini tahrip edeceğinden endişe ediyorduk.
Evet, DP'nin çıkardığı ilk kanun, Arapça ezandır. Bu bizim çevrelerde çok yadırgandı. İktidara gelir gelmez dini siyasete alet etme örneğini verdi DP…
Kanun ezanın “Arapça” okunmasındaki yasağı kaldırıyordu. “Ezan Arapça okunur” denmiyordu. Yani Türkçe de okunabilirdi. CHP sözcüsü, buna dayanarak, kanuna itiraz etmedi. Ama, uygulamada Türkçe okunmasına imkân bırakılmadı. Arapça okumak kuralmış gibi bir durum ortaya çıktı. Bu gelişmeden cesaret alan bazıları işi ilerlettiler. Atatürk devrimlerine karşı hareketler başladı. Atatürk'ün heykelleri bile kırıldı. DP de dayanamadı ve Atatürk'e hakareti men eden bir kanun çıkarmak zorunda kaldı. DP'nin iktidara gelişi belleğimde böyle kaldı.
Buna ben de hayret ediyorum, bu kadar çok tecrübe geçti ama iktidarla muhalefet arasındaki ilişki normal bir düzeye ulaşmadı. 1953'e kadar basın göreceli olarak kendisini hürriyet içinde hissedebildi. Bayar, Menderes ve bakanlar kendilerini eleştiren yazılara, karikatürlere tahammül edebiliyorlardı. Hatta Menderes'i kadın kıyafetinde, kedi kıyafetinde gösteren karikatürlere de…
Sonra o tahammül “hali” ortadan kalktı. O karikatürleri çizene, rahmetli Ratip Tahir Burak'a 46 tane dava açıldı ve birçok gazeteci gibi o da hapse girdi. Devir değişti, tahammül kalmadı, baskı artı. 1956'dan itibaren herkes hapse girip çıkıyordu. O arada ben de on aya mahkûm olmuştum.
Biz, DP'nin özgürlükleri ortadan kaldırmasına, demokratik hakları yok etmesine karşıydık. O dönem bizim için “demokrasi mücadelesi” dönemiydi. Gerçekten de iktidarın demokrasiye karşı önlemleri böyle bir söyleşiye sığmaz. Akıl almaz şeyler yapılıyordu.
Askerliğimi yapıyordum. Teğmendim. Darbe olduğu gün izindeydim, kaldığım apartmanın duvarlarını vuruyorlardı, kalkın darbe oldu diye. Radyoyu açtım, göreve çağırıyorlardı, üniformayı giyip gittim. Beni de görevlendirdiler…
“Bu hürriyetsizlik rejiminden kurtuluyoruz” diye düşündüm. Ankara'daki genel hava da böyleydi, herkes iktidarın değişmesinden memnundu.
Mehmet Barlas, “27 Mayıs darbesi ertesinde bazı gazeteciler, 'DP yandaşı' oldukları gerekçesiyle Ankara Gazeteciler Cemiyeti'nde kara listeye alınmışlardı. Bu ayıp daha sonra unutuldu ve sol-sağ kavgasına uyumlu bir kamplaşmaya girdi gazeteciler. Bu dönemde de bazı köşe yazarları kara listeler hazırlamaya ve bunları köşelerine taşımaya başladılar” diye yazdı. Öyle tatsızlıklar oldu. DP döneminde basında zaten bir kamplaşma oluşmuştu. Bu, 27 Mayıs'tan sonra da bir süre devam etti.
27 Mayıs öncesinde DP'nin “tahkikat encümeni” kararına karşı düzenlenen protesto eylemlerini destekledim. Bazısına katıldım. O da bizce bir demokrasi mücadelesiydi.
Kurucu Meclis'e siyasi partilerden ve meslek kuruluşlarından da üye seçiliyordu. Ankara'da da Gazeteciler Cemiyeti'nin, sendikaların, federasyonun temsilcilerinden oluşan bir seçici heyet kuruldu. Seçim yapıldı. 10 aday arasından üç kişi seçildi. Biri bendim.
Genç yaşta Anayasa çalışmalarına katıldım. Çok şey öğrendim. Önemli bir görevdi. O Meclis, Türkiye'nin şimdiye kadarki en demokratik Anayasasını çıkardı. O Anayasaya “evet” oyu verenlerden biri benim. Bunu bir onur sayarım.
Ben daha sonraları iki dönem daha milletvekilliği yaptım. O görevlerde bulunanların emeklilik hakları ona göre düzenleniyor. Milletvekilleri için VİP uygulaması, ilk milletvekilliğim sırasında yoktu. VİP salonuna sadece bakan olduğumuz zaman girerdik. Sonra uygulamanın kapsamı genişletildi.
Medyada bugünkü düzenin 27 Mayıs ihtilalince oluşturulduğunu söylemek için insanın muhayyilesinin bir hayli geniş olması lazım. Gazetecilerin durumu malum. Zaman oluyor, bir gazetede buluşuyorlar, zaman oluyor, her biri bir yana dağılıyor. Onlarla öyle 40-50 sene sonrasının düzeni nasıl oluşturulur, anlayamadım.
Vardı. Ama, Öncü'den sonra hepsi mesleğini ayrı ayrı yerlerde sürdürdü. Bazısı da rahmetli oldu. Onları saygıyla anarım, hiçbirinin ne ihtilalcilikle ilgisi vardı, ne de bir komplo içine girmeye merakları vardı. Hepsi doğru dürüst gazeteciydiler.
Öncü'nün sahibi Ziya Tansu'ydu. Uzun süredir İktisadi Haberler Ajansı'nın da sahibiydi. Sanıyorum Temmuz ayında, yani daha Kurucu Meclis kurulmaya altı ay var, o günlerde Türkeş bir gazete çıkaracak diye haberler vardı. Ben Ankara Gazeteciler Cemiyeti Başkanı'ydım. Oktay Ekşi de Genel Sekreter'di. Ziya Tansu bir gün cemiyete geldi, “Gelin bağımsız bir gazeteyi hep birlikte kuralım” dedi.
Şöyle olmuş: Türkeş gazete çıkarmak istemiş, bazı temaslarda bulunmuş. Ziya Bey'i de tanıyormuş, onunla da temas etmiş, Milli Birlik Komitesi içinde itirazlar olunca vazgeçmiş. Biz de başlangıçta bundan şüphe etmiştik. Ziya beyle konuşurken konu açıldı, yoksa o gazete bu mu dedik, alakası yok dedi. “Size kimse karışmayacak” dedi, bunu belirten bir mukavele yaptık ve yayın yönetmenliğini kabul ettim. Ekip kurduk, birkaç ay çalıştık. Ama bir süre sonra şu görüldü: Gazetenin idari yöneticileri, Ziya Bey'in yakınları… Onlar gazeteye bazı yazılar getiriyorlar. Yayınlanmasını istiyorlar. Bizim ilgili arkadaşlarımız bunu kabul etmiyorlar. Konuyu bana getiriyorlar. Yani, bir çekişme başladı gazetede…
Anlaşıldı ki, Türkeş ve arkadaşları Ziya Bey'le teması kesmemişler. Dönemin Milli Birlik Komitesi içinde kendi grupları var. 38 kişilik komitede 14 kişiler. İktidarı sivillere teslim etmeden önce kendi inandıkları reformları yapmak istiyorlar. Yani daha uzun sürecek askeri yönetim, onların dediği olursa…
Biz, bir an önce demokratik yönetime geçilsin istiyoruz. Özetle bu çatışma büyüdü. Gazeteye bizden habersiz bir yazı konuldu. Bir akşam üstü istifa ettim. Benimle birlikte on kadar arkadaşım da istifasını verdi.
Evet ayrıldık. Ama sonra bir gelişme oldu. Milli Birlik Komitesi'nde zaten Türkeşçilerle diğerleri arasında bir ihtilaf olduğu anlaşılıyordu. Bir sabah vakti, Komite Başkanı Cemal Gürsel, Türkeş'le birlikte 14 komite üyesini görevden aldığını açıkladı. Görevden alınanlar yurtdışına “görevli” olarak gönderildi. Öncü gazetesi de ortada kaldı. Biz ayrılmışız. Ziya Tansu bu gelişmeler karşısında zor durumda kalmış. Gazeteyi devretmek istiyor.
Bir öneri oluşmuş. Çalışanlar bir şirket kursun, onlara devredilsin diye… Ziya Bey de dahil, bir kısım gazeteci ve yazar arkadaş, benim ve diğer gazetecilerin gazeteye geri dönmesini istedi. Planları şu: Ben ve Nilüfer Yalçın o şirket kuruluncaya kadar geçici bir süre için imtiyazı da devralacağız. Gazeteyi yöneteceğiz.
Öyle oldu. Ama daha sonra, Kurucu Meclis kurulduktan bir süre sonra ben ayrıldım. Nilüfer devam etti. Şirket kuruldu. Gazete askeri idarenin en kısa zamanda sona ermesi ve yeni seçimlere gidilmesi gerektiğini savunmaya devam etti.
Kolay olur mu? Biz güya ihtilalcilerin sona erdirdiği iktidara muhalif gazetecileriz. Bizim bile her yayınımızdan, her başlığımızdan şüphe ediyorlardı. Mesela bir atılım yapacaktık, Aziz Nesin, Fakir Baykurt gibi yazarlarımızı anons ettik, askeri yönetimin İçişleri Bakanı çağırdı, 'ne oluyor, ne yapmak istiyorsunuz' dedi. 'Gazetecilik yapmak istiyoruz' dedim. 'Bu yazarların kendileri bir yana, anonsları bile Rusların Pravda'sının anonslarına benziyor' dedi. Hayret ettim, Pravda'yı hiç görmemiştim. Zaten ilk kapatılan gazete Öncü oldu. Kurucu Meclis kurulduktan sonra yayınladığı bir haberden dolayı…