Birey, toplum, kurumlar…
Hepimiz ağır bir psikolojik baskı altındayız.
Ya sorunun yanındayız ya da karşısında, fakat nerede durursak duralım mağdur ve mağlup algılamalarımız yükümüzü artırıyor, hareketlerimizi akıl dışına itebiliyor.
Kolayca çözülecek pek çok sorun hızla çözümsüzlüğü doğru sürükleniyor.
Biz belki de sorun çözmek yerine sadece kendi iktidarımızı ikame etmeye çalışıyoruz.
Bütün yeteneklerimizi iktidara yürümeye kilitlemiş bir halimiz var.
Aksi takdirde bu kadar basit ve büyük hataları yapmanın başka bir izahı yok.
İktidar tutkumuz bizi bozuyor, psikolojimizi olumsuz bozuyor…
Sorunlu psikolojiler yeni sorunlar üretiyor…
İçimizdeki ve dışımızdaki iktidarın ağır tahriki altındayız…
Gerek var mı, bize ait olmayan bu kadar çok yükü taşımaya…
Unutmayalım, psikolojimizi dış faktörlerden önce ve daha derin bizim iç dünyamız etkiler, zaaflarımız, algılarımız, beklentilerimiz, hırslarımız…
"Eksiğimiz fazlalıklarımızdır"ı düşünerek hayata, ilişkilere ve insana başka bir yerden bakmanın, yani arınmanın zamanıdır şimdi…
Siz meramınızı çok güzel ifade ettiniz ama ben sizin kadar rahat değilim. Hani serde "uzmanlık" var ya, ölçüp biçip ona göre söylemeliyim söyleyeceklerimi. Ben sizinle aynı rahatlıkla Türklerin psikolojisi bozuk diyemem. Çünkü ben söylersem toplum bir ruhsal hastalığa yakalandı demişim gibi bir sonuç çıkar.
Şunu söyleyebilirim: Toplumuzun genel psikolojik gidişatını, 12 Eylül öncesi ve hemen sonrasının inanılmaz gerilimli günlerini saymazsak, hiç bu kadar olumsuzluklarla dolu görmemiştim. Bunun birçok nedeni var.
Toplum büyük bir altüst oluş yaşıyor ve egemen kim belli değil. Sanki bir basket maçının son devresi oynanıyor gibi, tempolu, gergin ve herkes canhıraş bir halde… Ama böyle durumlarda en çok eski zamanların egemenleri kötü hisseder ve pek doğal bir şeydir. Kaybedilen her top, potaya giren her sayı onlar için travmatik bir niteliktedir.
Sizi kırmayıp "evet" diye cevap vereceğim ama o zaman herkes sanki tüm bu olup bitenler, tüm hukuki ve siyasi süreç, basit bir psikolojiye zannetmez mi? Psikolojik düşünceye, olayların psikolojik boyutunu hesaba katmaya bayılırım ama aynı ölçüde psikolojik indirgemeye de karşıyım. Ama "evet", Türkiye'de 22 Temmuz seçim sonuçlarının belli olduğu andan itibaren tüm toplumsal analizlerde mağlupların kırılan gururları hesaba katılmalıdır.
Şüphesiz, şüphesiz… İnsan ilişkilerinde her şey iki taraflıdır, tahterevalli gibidir. Bir tarafı korursanız bundan diğer taraf zarar görür. Maalesef artık devlet-millet bütünlüğünün sağlanamadığı ve gerek devlette gerek toplumda taraflardan bahsettiğimiz bir dönemde yaşıyoruz.
Ohooo, dostum siz işi kapmışsınız, muhteşem bir psikolojik bakışınız var. Aynen öyle mağrurların olduğu yerde onların aldığı karardan mağdur olanlar da olacaktır. İşin acıklı yanı, yasalar ve özellikle anayasalar, erkin kötüye kullanılmasını, devlet karşısında kitlelerin mağduriyetini önlemek için vardır. Demek ki, devletin bir kurumunun aldığı karar geniş kitlelerin mağduriyetine yol açıyorsa, hukuk felsefesi açısından ciddi bir sorun ortaya çıkmıştır…
Evet, geniş bir mağdurlar kitlesi var. Eğitim hakkı çerçevesinin dışında düşünülen bir insan kitlesi… Oysa eğitim hakkı, tartışılmaz bir insan hakkıdır. Siz onlara bu hakkı layık görmüyorsanız, onları insan olarak da görmüyorsunuz sonucu çıkarırım ben bundan.
Pek tabii ki… Bir evde, bir apartmanda ruh sağlığı bozuk olan bir insan olsa, bu durumdan herkes etkilenir. Bu duruma en iyi eş terapistleri tanıklık ederler; sağlıksız eş giderek diğerinin de ruh sağlığını bozmaya başlar. Siz en iyisi benim tahterevalli metaforumu hep aklınızda tutun.
Her toplumun kendisine özgü endişe kaynakları vardır ve başlıca endişe kaynakları farklılıklar ve onların ortaya çıkardığı çatışmalardır. Hani özellikle son dönemde siyasi söylemde cümleler dolaşıyor ya, çeşitliliğin, farklılığın aslında zenginliğimiz olduğuna dair. Psikolojik açıdan baktığımızda biz maalesef bu söylemi onaylayamayız. Ben kendi siyasi düşüncem olarak bu fikre, yani farklılığa hoş bir şey olarak bakmaya çok yatkınım ama mesleki olarak bilirim ki nerede farklılık varsa orada çatışmalı bir alan bulunmaktadır. Bence çeşitlilik zenginliktir diyenler bile farklılıkları tam olarak kabul edip sindirebilmiş değil.
Türk kültürü gerek devleti, gerek liderliği uhrevi kaynaklı gören bir itaat kültürüdür. Burada devlet ebed müddettir, insanlar devleti kendilerinden üstün tutarlar. Devletleri olmazsa kendi varlıklarının da bir anlam taşımayacağını düşünürler. İşin ilginç yanı, Türkler kendilerini potansiyel asker olarak görürler, kelimenin tam anlamıyla "ordu-millet"tirler. O yüzden devlet karşısındaki onların mağduriyetleri, bunları bilmeyenlerin anlayabileceği türden değildir.
Devlet onlara zarar verdiğinde, isyan etmeyi akıllarına bile getirmezler çünkü aynı bedende yer alan bir uzvun diğer uzva, örneğin sağ elin sol ele verdiği bir zarar gibi değerlendirirler başlarına geleni. Hani vardır ya, şoför babanın kendi çocuğuna çarpması türden enteresan hadiseler, öyle düşünürler. Çok acıklı, çok trajik bir durumdur bu. Sadece devlet, değil halk da aynen böyle düşünüyor, bizim tarihsel açmazımız burada. Yoksa en sevdiği siyasetçilerden olan rahmetli Adnan Menderes idam edilirken bu halkın "çıt" çıkarması gerekmez miydi!
Evet, burası Türkiye, itaattir burada her işin başı. Evde, sokakta, işte her yerde itaat önde gelir. Ama buna rağmen itaatkar mıyız diye sormaya kalkmayın. İtaati bu kadar önemsememize rağmen otoriteyi içselleştirememiş oluşumuz bir başka büyük derdimizdir.
Evet, eski merkezin ortadan kalkmasının ve AKP'nin tek başına iktidarının ilk bakışta fark edilmeyen çok büyük bir değişim oluşturduğunu görüyorum son zamanlarda. Kavramlar altüst oldu, toplum aynı toplum ama şirazesi bozuldu. İnsanlar, birbirlerinden pek de farklı olmadıkları halde, gündelik hayatlarında ve siyasi bakışlarında dine verdikleri öneme göre ayırt edilmeye başladılar. Bazılarının acımasız kışkırtmalarıyla, mezhep farklılıklarıyla oynamalarıyla toplumumuz böyle hatalı bir kategorikleştirmeye zorlandı.
Biraz da mı, güldürmeyin beni… Burası tam bir toplum psikolojisi laboratuarı…
Çok, pekçok. Sözlü kültür dairesindeyiz, ne kadar kitaptan korkuyorsak o kadar ağdalı lafa bayılıyoruz.
Hayır, hayır, hayır… Burada çok kendine özgü bir kültür var; kavga var, dövüş var, sen-ben, siz-biz ayrımı var, gösteriş ve şatafat düşkünlüğü var, patavatsızlık var ama asla ırkçılık yok.
Zor, çetrefil, karışık. Allah onlara sabır versin. Kürt olsaydım, işi gücü bırakır bu dünyada Müslümanların nasıl başarılı olabilecekleri üzerine kafa yorardım.
Lanet olası şiddetin oluşturduğu sisten göz gözü görmüyor ki! Bütün içtenliğimle söylüyorum en milliyetçi olanlar dahil hiçbir Türk, Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan haklarını reddetmeyecektir. Yeter ki uygun bir dille anlatılabilsin…
Sakin, huzurlu, el ele vermenin bizi abad edeceğinin görüldüğü, milliyetçi Türk aydınlarının Kürt haklarını savunabildiği bir ortam…
Birçok dinamik var. Ama kabaca, ABD, işgalciyle ittifak, Müslümanların genel çıkarlarını düşünmemek bir tarafta yer alıyor ve bunlar inanılmaz bir suçluluk duygusu oluşturuyor. Diğer tarafta ise ezilmişlik, horlanmışlık ve "acık da bana" psikolojisi var. Bu iki tarafın insicam içine girmesi mümkün değil. Kürt olmak dün zordu, yarın daha da zorlaşacak.
Sizce?.. Kürt etnik kimliğinin gücünü PKK eylemlerine, sokak gösterilerine bakarak ölçemeyiz. Ortalık yatışsın, bilimin, sağduyunun sesi duyulmaya başlasın söylerim. Güçlü etnik kimliğin işaretleri bellidir. Kaldı ki, güçlü etnik kimlik iyi bir şey midir bilmiyorum.
Öcalan'ı lider belleyen Kürtler, bu sözü duymamak için mümkün olsa tüm duyma algılarından vazgeçerler, sağır olmaya razı olurlardı.
Bazıları bu sözleri sanki Kürtlere azınlık diyormuşum gibi algıladılar. Azınlık statüsü Lozan Anlaşması'nca belirlenmiştir; Müslüman olmayan ve bu statüden yararlanmak isteyen topluluklara denir. Ben, azınlıklara birçok hak verdik ama bizimle aynı dini çoğunluktan olan kardeşlerimize aynı özeni göstermedik, kardeşim senin bir ihtiyacın var mı? Kürtçe'yi korumak için neler istersin? Sizin çoğunuz Şafii mezhebinden, bunun için neler yapmamız gerekir diye sormadık demek istemiştim. Yine diyorum.
Gerek kendisine "dindar", gerek "laik" denilen kesimler, son yıllarda o kadar çok hayal kırıklığına uğradılar ki, ilk kez bu kadar korkuyorum desem yeterli olur mu? Daha çok çekeceğiz bu kutuplaşmadan. Bu zaafımızdan faydalanıp birileri bizimle epeyce oynayacak…
İki büyük tehlikemiz var. Bir tanesi Kürt meselesiyle ilgili. Ama sanıldığı gibi bir Türk-Kürt çatışmasına doğru yol aldığımızı düşünmüyorum. Şiddet sarmalı, dış kışkırtmalarla sorunu içinden çıkılmaz hale getirebilir ve kolayca çözülebilecek sorunlar, kangrenleşebilir. Asıl büyük tehlike ise, toplumun dinin insanların gündelik hayatlarında tuttuğu yere göre ikiye bölünmesi ve bu iki kesimin arasında akıl-dışı bir iktidar mücadelesinin açıkça başlaması.
Göçebelik ve iktidar ilişkisine hiç böyle bakmayı düşünmemiştim. Yerleşiklerin iktidar aşkları bellidir, haklısınız. Hatta bana göre ırkçı fanatizm de yerleşiklerin işi olduğundan ırkçılık yerleşik dünyanın Avrupa'nın eseridir. Lakin iktidarın, güç isteminin tıpkı Nietzsche gibi evrensel bir olgu olduğunu düşünüyorum. Hepimiz iktidar istiyoruz, kadınlar, erkekler, batılılar doğulular, yerleşikler, göçebeler, hepimiz… Sadece iktidara yüklediğimiz anlamlar ve egemenliğimizi sürdürme biçimlerimiz farklı. Yerleşiklerin ekonomileri, uygarlıkları ve onları korumak için hileleri, ideolojileri, acımasız yönetme teknikleri var ama göçebelerin iktidar arzuları ve savaşçı zihinleri dışında ellerinde bir şeyleri yok. O yüzden iktidar baldan tatlı geliyor bize, iktidarda olursam bu fani dünyada ayakta kalabilirim diye düşünüyoruz.
Pardon, hangi devlet?.. Psikolojisini analiz edebileceğim yekpare bir yapı göremiyorum ben. Olup bitenlerden kaygı duyan, yeniden toparlanmanın, bütünleşmenin altını çizen, Hegel'in gerçek devlet aklı diye tarif ettiği şeye uyan insanlar tanıyorum tek tek. Keşke onlar 'derin devlet' olsaydı!!!
Dostum ne sen sor ne ben söyleyeyim…
Yakında "Türklerde Liderlik ve Fanatizm" diye bir kitabım çıkacak. Ama orada bile tek tek liderlerimizin psikolojisini bulamayacaksınız. Çünkü doğru olmaz. Sadece "hak ettiğimiz biçimde yönetileceğimiz" şeklindeki kutlu sözü hatırlatmak, liderlerimize baktığımızda aslında kendimize baktığımızı söylemek isterim. Biz buyuz dostum; biraz Tayyip Erdoğan, biraz Deniz Baykal, biraz Devlet Bahçeli…
Yerinde olmak istemezdim, kendisine Allah dayanma gücü, sabır versin diye dua ediyorum. Bir de bu kadar zor bir ülkede hazırlıklı olmadan tek bir söz bile söylememek gerektiğini herhalde hepimiz kabul ederiz.
Öyle demeyin iktidar verildi de almadı mı? Deniz Bey'i gerçekten beğeniyorum. "Ordu da sivil toplum kuruluşudur, konuşacak tabii" demesinin dışında bariz bir hatasını görmedim. Kendi kitlesini en iyi biçimde temsil etmeye çalışıyor.
Ülkemiz için büyük bir şans olarak görü-yorum. Ülkücü camianın başında kışkırtıcı ve büyüklenmeci bir lider ülke olarak sonumuz olurdu. Allah razı olsun.
Haklısınız iki tane Ahmet Türk var. Gerçek Ahmet Türk'ü gördüğümde cevap vereceğim…
Allah dayanma gücü ve sabır versin diye dua ettiklerimden birisi de komutanımız. Bence bu kadar gerilimli bir ortamda kızmak değil de gönül almasını bilmek önemli. Gönül alma ve hoşgörünün öfke göstermekten yeğ tutulduğu bir kültürümüz var. Ayrıca öfkeyle başa çıkmanın en iyi yolu, öfkeyi anlayabilmektir. Öfkelenen de anlamalı, öfkelenilen de, yoksa hiçbir işe yaramaz, "keskin sirke küpüne zarar" benzeri bir hal olur zaten.